Korona virüs salgını, toplumsal yaşama dair pek çok kavramı sorgulamamıza ve yeniden düşünmemize sebep oldu. Aile, sağlık, eğitim, ekonomi, meslekler, güvenlik, tarım, gıda, toplumsal cinsiyet, şiddet, özgürlük, dayanışma, sosyalleşme gibi onlarca kavram yeniden masaya yatırılıyor. Bu da beni sevindiriyor açıkçası. Çünkü yenilenmenin ve değişimin zamanı çoktan gelmişti.
Bu kavramlardan biri de mimari. Dün, salgın hastalıkların mekân algımızı nasıl değiştirdiğine, yaşam alanlarındaki ihtiyaçların nasıl şekilleneceğine dair bir yazı okudum. Amerika’da şu an bu konuda ciddi çalışmalar yapılıyor. Örneğin Google üzerinden bir harita ile yolda yürürken, sosyal mesafeyi koruyabileceğiniz cadde ve sokakları görüp, yürüyüş yolunu buna göre belirleyebiliyorsunuz. Konut, okul, restoran gibi tüm binaların tasarımlarına dair ihtiyaçlar yeniden belirleniyor. Coğrafi ve tarihi açıdan bizim ülkemizde bu yaklaşımları birebir uygulamak zor olsa da, pek çok şey değişmek zorunda. Özellikle İstanbul gibi metropollerdeki, dar cadde ve sokakları, birbirine yapışık, hava almayan binaları, yeşil alan azlığını, betonlar arasına sıkıştırılmış çocuk parklarını düşündüm. Eski düzene geri döndüğümüzde, bireysel olarak kendimizi korumaya çalışırken, içinde yaşadığımız mimari buna ne kadar izin verecek? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu konuda neler düşünüyor, neler planlıyor bilemiyorum ancak Bakan Murat Kurum’dan dinlemeyi çok isterdim.
Konuyu araştırmaya başlayınca Şehir Plancısı Gizem Kıygı’nın, Açık Radyo’daki programına denk geldim. 19. Yüzyılda Osmanlı’da yaşanan salgın hastalıklar sonrası yapılanları, günümüzde dünya genelinde konuşulanları ve hastalıkların mekân algımızı nasıl değiştirdiğinden bahsediyordu. Ben de kendisine özellikle büyük şehirlerde yapılması gerekenleri sordum.
“Mahrum kaldığımız ihtiyaçlarımız bize şehir planlarındaki kriterlerin önemini hatırlatıyor. Şu an dile getirilen bazı eğilimler var:
Konut dört duvardan öte; ruhsal, zihinsel ve fiziksel iyi olma halimizi besleyecek temel insani hakları-mızdan biri. Ancak yeşil alana erişimi olan, güneş gören, hava alan konutlarda oturmak için yüksek bedeller ödüyoruz. Yani bu temel ihtiyaçlar bir lüks tüketim nesnesi haline geliyor. Salgından sonra umarım bunu sosyal haklar bağlamında tartışabiliriz. Bunun yanı sıra havalandırma sistemine dayalı, cam açılmayan rezidans alanlarının varlığı yerine, balkonlu evin avantajları gündemin önemli tartışma başlıkları arasında.
Kamusal mekân kullanımımızda bir değişim öngörülebilir. Son yıllarda kamusal mekân anlayışımızda büyük bir dönüşüm olmuştu, yeşil alanların, parkların yerine alışveriş merkezleri kullanılıyordu. Salgında açık havaya ve yeşil alana ihtiyacımız gün yüzüne çıktı. İnsanların kaliteli vakit geçirebileceği bu alanlar o kadar az ki, bir de üzerine sosyal mesafe kuralı gelince bu alanları kullanamaz olduk. Çocuklu aileler bu zorlukları çok derinden yaşıyor.
Dünyada toplu taşımaya entegre edilebilecek bisikletli ulaşımın gerekliliği tartışılıyor. Bunun Türkiye metropollerinde yüzde yüz karşılık bulabileceğini söylemek zor olsa da merkezi, genç nüfusun yüksek olduğu noktalarda “martı” gibi tek kişilik, yakıtsız araçların kullanımı artabilir, bu tip yeni araçlar geliştirilebilir ve üretilebilir.
Akıllı kent sistemlerinde yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Salgın bize kitle iletişim araçlarını, haritalı mobil uygulamaları, içinde bulunduğumuz topluluklarla iletişim halinde olabileceğimiz yeni “komşuluk” biçimlerini pratik etmeye zorluyor. Bu tecrübe akıllı şehir uygulamalarında da yer bulacaktır.
Bizler, yurttaş olarak inisiyatif alıyoruz. Salgın sonrasında yaşadığımız şehirlere dair daha çok söz söylemek isteyebiliriz, bu anlamda da katılımcı planlama ve katılımcı tasarım denemeleri çoğalabilir. Belediyeler bu tarz projeleri çoğaltabilir.”
Ne dersiniz; deprem gerçeği, yıllardır şehir mimarisini ve yaşam alanlarımızı değiştiremedi ama virüs salgını değiştirir mi?
NE YAPSAK?
Aile ağacı çizin
Geniş ailemi bildiğimi ve tanıdığımı düşünürdüm ama geçen yıl katıldığım bir eğitimde soy ağacını çıkarma pratiği yaparken çuvallayınca, sadece dede ve ninelerimi bildiğimi fark ettim. Hazır evdeyken, geçmiş 3-4 nesile kadar aile ağacınızı çıkarmaya ne dersiniz? Kocaman bir kâğıt alın ve çizerek, geçmişe doğru, isimleriyle beraber aileyi yazın. Sonra da çocuklarınızla konuşun. Bilmiyorsanız aile büyüklerini arayıp öğrenin. Yaşadığımız pek çok şeyin geçmiş üç nesilden aktarıldığını düşünürsek, bu çalışma bizler için de güzel bir fırsat. (Bu konuyla ilgili olarak da “Seninle Başlamadı” kitabını öneririm.)