Yüzyılın felaketini duyar duymaz yurdun dört bir yanından ve yurt dışından afet yerine koşan arama-kurtarma ekipleri Türkiye’nin umudu oldular. Enkaz altından can kurtarabilmek için günlerce canlarını dişlerine taktılar. Kahramanlıklarıyla da hepimizi gözyaşlarına boğdular. Hepsine müteşekkiriz, sağ olsunlar, var olsunlar. Ancak kurtarılan sayısına, bir de yitirdiğimiz canlara baktığımızda hepimizin içi yanıyor bir yandan da. Çünkü hep afet olur, bu manzara ortaya çıkar ve insanlara nasıl yardımcı olabiliriz şeklinde çalışmalar başlar. Bu seferki felaketin boyutu da malum, 580 kilometrelik bir bölgede yıkım var. 10 ilde eskisi, yenisiyle binlerce bina göçtü, yassı kadayıf haline geldi. Dolayısıyla, her enkaza aynı anda müdahale etmekte sıkıntı yaşandı. Hatta arama-kurtarma ekibi sayısının yetersizliği bile konuşuldu. Bu anlamda da AKUT Operasyon ve Acil Birim Yöneticisi Serhat Akbel’in, ekranlardan anlattığı şu sözleri acı gerçeği ortaya koyuyor zaten:
“Arama-kurtarma ekibi sayısının yetersizliği kadar, yıkım sayısının çok yüksekliğinden da kaynaklanan bir durum bu. 10 binin üzerinde bir enkazdan bahsediyoruz sonuçta. Dünyadaki bütün-arama kurtarıcıları da getirseniz bu kadar çok enkazda aynı anda çalışma yapmanız imkânsız. Bir hafta önce kar ne zaman yağacak diye konuşuyorduk, depremim olduğu gün hava şartları inanılmaz bir seviyedeydi. Saatlerce ekibimiz Kahramanmaraş’a giriş yapamadı hava şartlarından dolayı. Silecekleri çalışan araçların ön camları donuyordu. Dolayısıyla, en önemli konu bu binaların yıkılmamasını sağlamak.”
Yani doğru olan, bu manzaranın oluşmasını engellemek. Depremde yıkılmayan, göçmeyen binalar yapmak, riski azaltmak. Yoksa bu olmazsa, onun yarattığı bu manzarayla, yıkıntılarla uğraşmak zorunda kalıyorsunuz. Bu durumda da herkesin oturup düşünmesi gereken belli: Ben nerede yanlış yaptım? Aslında bu 1999’daki faciadan sonra da sorguladığımız, hatta çözüme dönük planlarda ortaya konulan bir konu. Ama demek ki olmadı, eksikler var ya da uygulamayanlar var. Hem kamuda hem de özelde. Yeni binalar, rezidans denilen yerler un ufak oldu. Deprem yönetmeliğine göre yapıldı diye garanti verilen, 2-3 milyona satılan lüks dairelerin olduğu binalar yıkıldı. Bunlar nasıl olur? Hiç denetlenmedi mi? Kim, nasıl, ruhsat, oturma izni verdi? Kim bilir belki de bina düzgün yapıldı ama sonrasında kolonları, kirişleri kesildi. Çünkü örneklerini daha önceki depremlerde de fazlasıyla gördük. Elazığ’da bir süpermarketin asansör yapmak için kolonlarını, kirişlerini kestiği binanın depremde göçmesi gibi. Kısacası, sorgulanması gereken birçok nokta var. Nitekim Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da depremde göçen bu binalar ve bu binaları yapanlar, sorumluluğu olanlarla ilgili adli tahkikatlar başlatıldığını açıkladı.
Tabii bu çürük bina sorununun bir de toplumsal duyarlılık boyutu var. Herkes oturduğu binanın sağlamlığını ne kadar önemsiyor, uyarıları ne derece dikkate alıyor, yeniliyor ya da güçlendiriyor durumu yani. Çünkü maalesef orada da çok hassas olduğumuzu söylemek zor. Bilim insanlarının ısrarlı uyarılarına rağmen, yetkililer de olduğu gibi vatandaşta da tehditleri hafife alma durumu söz konusu. Hatta binası için “İyi görünüyor, sağlam” diyene inanan ya da “Çürük” diyene kızıp, “İyi” diyeni bulanlar dahi oldu. Elbette bilimin uyarılarını ciddiye alan ve bunun ne kadar önemli olduğunu anlayan, evinde rahat uyuyanlar da var. Bunun en somut kanıtı da Elazığ ve Bingöl depreminde olduğu gibi Kahramanmaraş depremini de bilimsel verilerle çok önceden öngören ve defalarca uyaran Bilim Akademisi üyesi Prof. Dr. Naci Görür’e 9 Şubat 2023 günü Antakya’da yaşayan Y. J. isimli genç kadından gelen şu mesaj:
“Hocam Allah sizden razı olsun. Önce Allah, sonra sizin sayenizde annem ve kardeşim şu an yaşıyor. Üç sene önceden beri uyardınız. Biz de Antakya’da annemin oturduğu bina komşularıyla konuştuk. Yıkalım, yeniden yapalım dedik, bir komşu hariç kimse yıkıma yanaşmadı.
Evimiz malımız olmasına rağmen annemi o evden taşıdık, gittik, sağlam, yeni yapıya kiraya oturttuk, Allah’ıma binlerce kez şükürler olsun, annem ve kardeşim yaşıyor maalesef yıkıma karşı çıkan komşularımız enkazda vefat ettiler.
Çekirdek ailemle oturduğum ev de üç yıllık bir binaydı, şu an çok ağır hasarlı ve oturulamaz ancak çok şükür sağ salim çıkabildik. Allah kimseye yaşatmasın ama bu fay Antakya da çok çok hissedildi, yeni, eski bina dinlemedi, yıktı geçti.”
İşte böyle bir gerçeklik karşısında da içimizin yanmaması mümkün mü? Kurtarılan sayısına bakın, bir de kurtaramadığımız canlara... Buraya, bu noktaya gelmemenin yollarını biliyoruz ama yapamıyoruz. Hep yıkıntılarla uğraşıyoruz. Bunun artık son bulması lazım. Deprem mühendislerine göre, bugünün teknolojisiyle, malzemesiyle inşa edilmiş bir binanın en azından yıkılmaması, göçmemesi gerekiyor. Yani usulüne göre yapılırsa bina hafif, orta, ya da ağır hasar görebilir ama insanlar içinden sağ çıkar. Bu kadar basit. Yazık değil mi?..