Kuraklık tehlikesi, iklim değişikliği, yabani orman yangınları, büyük çaplı sel felaketleri...
Son dönemde art arda gelen tüm bu kötülükler sadece ülkemizi değil tüm dünyayı uçtan uca sarmış durumda.
Ülkelerin, şirketlerin ve insanların “az ya da makul ile yetinmemesinin, hep çok daha fazlasını istemesinin” yaşanan tüm bu olumsuzluklardaki payı büyük. Peki hep daha fazlasını istemek yani o herkesin peşinde koştuğu zenginlik, mutluluk getiriyor mu?
“Gelir adaletsizliği”, “fakirlik” ve “yaşanan çevre felaketleri”ni düşünecek olursak, bu soruya kısa yoldan verilecek yanıt kesinlikle “Hayır, getirmiyor” olur.
Gelin görün ki; ülkeler, şirketler ve insanlar için kazın ayağı pek öyle değil.
Bilim kurgu film izler gibi yaşananları izlemek dışında kimsenin bu olaylar karşısında attığı etkili bir adım yok.
Politikacıların günü kurtaran söylemleri, dört bir yandan yağan amaçsız kampanyalar ve plansız eylemler maalesef ne bugün yaşananlara, ne de gelecekte yaşanması muhtemel felaketlere ilaç oluyor.
Büyük Rus yazar Tolstoy diyor ki; “Toplumdaki şiddetli bozuklukların temel sebeplerinden biri, herkesin kendi hayatını düzenlemeye çalışması ama kimsenin daha iyi bir yaşam düzeni inşa etmeye gayret göstermemesidir.”
Gerçekten de öyle, değil mi? Ülkeler, şirketler veya insanlar; adeta hiçbir şey yapmadan, bu dünyaya bir şey vermeden her şeye sahip olmak istiyor.
Zenginlik ve mutluluk
Zenginliğin mutluluk getirip getirmeyeceğini, zenginleşme uğruna doğanın, çevrenin, dünyamızın yok edilmesinin doğru olup olmadığını; biraz geçmişe giderek yanıtlamaya çalışalım.
Bu vesileyle “Her Tuttuğum Altın Olsun” anlatısını yazalım ve olaylara farklı bir açıdan bakmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatalım.
Ve şimdi sözü; anlatımızın kahramanı Cevat Şakir, daha çok bilinen ismiyle Halikarnas Balıkçısı’na bırakalım... (Hey Koca Yurt-Bilgi Yayınevi, 1984)
“Anadolu’nun hemen her yerinde, o yere ait efsaneler türemiştir. Anadolu’da ortaya çıkan efsanelerin çoğu liriktir. Kimi de felsefi bir anlam taşır. Bunların pek derin olanlarından birinin yurdu Sardis’tir ve Kral Midas ile ilgilidir... Pek eski zamanlarda Anadolu’da bir görenek vardı; gömerken, ölülerin gözlerinin üzerine bir para sikkesi korlardı. Herhalde, ‘göç ettikleri öteki dünyada gözlerini açınca para görsünler’ diye değil! Karıncalar ölülerin gözlerine musallat olurlarmış. Herhalde, gözleri karıncalardan korumak için konulurdu, gözlerin üstüne para! Ne var ki; kimi insanlar daha diri iken gözlerine para koyuyorlar galiba. Çünkü neye, nereye baksalar para görürler. Yaşadıkça insanın gördüğü çok iç açıcı görünüş ve görünümler olur. Örneğin bir güneş batışı, bir çocuğun gülüşü gibi... Onlar bu şeylerin hepsine kör olurlar. Başkaları vardır, başları topraktan yapılmış toparlak para kumbaraları gibidir. Deliği, para girecek ya da geçecek kadardır. Ama o delikten ışık giremez...”
Yatırım yapılırken bilime ve doğaya karşı gelmenin faturası çok ağır oluyor.
Bedava sevinçler var
Efsaneler ve felsefi anlatım bununla sınırlı kalmaz. Halikarnas Balıkçısı “Bakkhos” ile sözlerini sürdürür:
“Bakkhos’un çocukluktan beri lalası, şişman Silenos idi. Bir gün Silenos güzel havada çiçekler açmış bülbüller öterken, “Hu! Hu!” diyerek tanrıya şükürler ederken, tanrı aşkının içinde azaldığını hisseder. Tanrı aşkını parlatıp veryansın etmek için birkaç kupa içki içer. O güzelim havada bir şekerleme kestiresi gelir. Uyur. Bakkhos’un öteki tayfaları ise bu esnada yollarına devam ederler. Silenos uyanınca, kendini bir yaban yerinde, yapayalnız bulur. Kral Midas’ın adamları görürler Silenos’u ve onu alıp krala götürürler. Kral onu konuk eder ve Bakkhos’a, Silenos’un kendi sarayında olduğuna dair haber salar. Bakkhos çok memnun olur, Midas’a “Dile benden ne dilersen” der. “Her tuttuğum altın olsun” der Midas. Bakkhos bu dilekten hazetmez, çünkü işin sonunda ne olacağını bilmektedir. Midas ısrar edince Bakkhos onun dileğini yerine getirir. Midas şunu tutar altın olur, bunu tutar altın olur... Midas bu işe bayılır çünkü her tuttuğu altın oluveriyor. Ama sıra yemek yemeye gelince, lokmalar da taş gibi altın külçe, içtiği su da tatsız tuzsuz erimiş altın oluyor. Kızının yanağını okşayayım der, kızı altın bir heykel oluverir. Midas hemen, tanrının ayağına kapanmış; “Ey tanrım, ben bir halt ettim, senin tanrılığına yakışmaz, sen halt etme” demiş. Tanrı gülmüş; “Haydi git, şu Paktolos çayında yıkan, sonra gel buraya, şu sana vereceğim bardak dolusu şarabı da iç” demiş. Eh öyle... Bugüne bugün, her tuttuğu altın olsun diye, nice insan, dünyanın bedava büyük mutluluk ve sevinçlerinden kendilerini yoksun ederler...”
Bir tarafta geçmişten Cevat Şakir’in sözleri, diğer yanda zenginlik uğruna yaşadığımız felaketler...
Sadece bu son yaşadıklarımız dahi, o büyük zenginliğe ulaşmak için şu an gidilen yolun yol olmadığını bizlere gösteriyor.
Ülkeler, şirketler ve insanlar olarak; “En büyük mutluluk bir güneş batışı, bir çocuğun gülüşü” diyemediğimiz sürece, bu dünyada bize ayrılan sürenin sonuna doğru yaklaştığımızı söylememek mümkün değil.
İlim ve bilime dayalı bir dünya, tek hedefin para ve güç olmadığı bir yolculuk; inanın insanlık için büyük bir adıma karşılık gelecektir.