Hazır gıdalar, yemeğe her an her yerde hızlı ve kolayca erişim, tüketim çılgınlığı, stres... Günümüzün en en önemli sorunlarından biri olan “obezite”nin sebepleri denildiğinde akla ilk bu maddeler geliyor.
Yıllar önce çıktığım bir Boston seyahatinde, masada oturup hamburger yerken -fast food değil gurme bir restoran idi- dinlemiştim:
“Obezite denildiğinde beynimizdeki üç gen öne çıkıyor. Kilo almamak için öncelik dengeli ve sağlıklı beslenmekten geçiyor. Bu elbette ilk şart. Ancak kilo almamak için sadece bu yeterli değil. Vücudumuz ve beynimizle sürekli mücadele içinde olan bu üç gen, sürekli bizimle küçük oyunlar oynar. Kesinlikle hiç yemek yemeyi istemediğimiz bir anda; yan masada, tezgahta, rafta gördüğümüz bir ürünü bize aldıran işte onlardan biridir. Aslında gayet sağlıklı iken, günün belirli saatlerinde ‘şekerim düştü, tansiyonum oynadı’ dedirterek, bizi yemeğe sürükleyen de bu genlerden bir diğeridir. En acımasızı ise bizi bayıltacak kadar zorlayıp, o an yeme içmemizi sağlayan gendir. Onlarla mücadele elbette mümkündür. Bunun yolu bu üç genle sizin oynamanız, onları tuzağa hep sizin düşürmenizden geçer. İşte ben öyle yapıyorum. Hatta gün geliyor, bugün sizinle yaptığım gibi hamburger, patates kızartması -fast food değil- üzerine de güzel koyu çikolatalı bir tatlı yiyorum. İşte o zaman onlar şaşırıyor. Vücut, beden ve zihin sağlığımı da yıllardır bu düzende koruyorum.”
Harvard Üniversitesi’nin dünyaca ünlü obezite hocalarından Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil’in bu anlatımını tatlı tatlı dinlerken, benim de yaşam tarzımda bu yolu seçeceğim inanın hiç aklıma gelmemişti.
***
Obezite gündemden düşmezken, şu sıralar okuduğum bir kitap bu konuda olaylara farklı bir bakış açısıyla bakıyor. “Şişman Gezegen” bölümündeki anlatı gerçekten de oldukça ilgi çekici.
Barbara Natterson ve Horowitz Kathryn Bowers ikilisi “İnsan Denen Hayvan” adlı eserde; ‘Hayvanlar Neden Şişmanlar ve Nasıl Zayıflar’ sorularına yönelttikleri yanıtla, insanlığa da çağrıda bulunuyor. Şöyle ki...
“Kalori hesabı yaptığım onca yıl boyunca diyet konusunda bir bozayıdan tavsiye alacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Şimdiyse hayvanat bahçesinde çalışan yüz civarında veteriner hekimle karanlık bir konferans salonunda oturmuş, Chicago’da iki obez Alaska bozayısı Jim ve Axhi’nin nasıl birkaç yüz kilo verdiğini can kulağıyla dinliyorum. İşin sırrını açıklayan sakin mizaçlı, gözlüklü beslenme uzmanı, hayvanların beslenmesini denetleyen, bu alanda doktora yapmış Jennifer Watts idi. Yanındaki ekrana ayıların “önceki hali”ni gösteren bir fotoğraf yansıtılmıştı. Ayıların bıngıl bıngıl göbekleri neredeyse yere değiyor, kat kat olmuş böğürleri yürüdükçe dalgalanıyordu. Yıllardır aşırı beslenmekten ikisinin de yüzü aydede gibi şişmiş, boyunları silinmişti.
Derken Watts ayıların “sonraki hali”ni gösterdi. Çevremdeki hayvan doktorlarının birkaçı kendini tutamayıp gülüştü. İki resim arasında muazzam bir fark vardı. Zarif ve kıvrak ayılar, parlak kürkleriyle açıkça daha sağlıklı görünüyordu. Bu ayılar benim hastam olsaydı, sadece kilolarının değil, obezitenin getirdiği sağlık risklerinin de büyük oranda azaldığını bildiğim için benim de içim rahatlardı.
Kardiyolog olduğum halde bazı günler kendimi daha çok bir beslenme uzmanı gibi hissederim. Hastalar, ailem, arkadaşlarım bana sık sık ne yemeleri gerektiğini sorarlar. Yanlış gıdalar seçip fazla kilo almanın bizi hasta edebileceğini artık hepimiz biliyoruz. Obezite, kilo almak, “doğru beslenmek”; bunlar modern önleyici tıbbın özünü oluşturan meslekler.
Fakat Watts’ı dinlerken şu şaşırtıcı ama aşikar gerçeği fark ettim: Gezegenimizde şişmanlayan tek canlı türü insan olmadığı gibi, hayvanlar aleminde kilo alanlar anlaşılan sadece su aygırları ya da morslar gibi tombulluk timsali hayvanlar değil. Kuşlar, sürüngenler, balıklar hatta böcekler dahil her çeşit hayvan düzenli olarak kilo alıp verir. -Ve işte kritik cümle geliyor- Üstelik bunu yemeğin yağlı kısmını ayırmadan ya da iğne, hap, psikoterapi, hatta cerrahi yöntemlerle zayıflama mücadelesine girişmeden yaparlar. Hayvanlar aleminde şişmanlama, diyetle birkaç kilo vermenin yollarını arayanlardan, zamanımızın en ciddi ve tahripkar sağlık sorunu olan obeziteyle uğraşan doktorlara, insanlar açısından önemli dersler içerir.”
***
Gelelim bizim şirin, iri bozayılara; Axhi ile Jim... Bu iki bozayı acaba nasıl kilo verdi ve sağlıklı bir görünüme kazanmayı başardılar?
“Watts ayıların beslenmesinde bir yandan yenilikçi diğer yandan yemenin kendisi kadar eski olan büyük bir değişiklik yapmaya karar verdi. Doğadaki beslenmenin yıllık ritmini taklit edecekti. İşe ayıların yedikleriyle başladı. Yıllardır ikisine de bol miktarda hazır gıda verilmişti ve yıl boyunca neredeyse hep aynı şeyleri yiyorlardı; hazır mama, fırından ekmek, süpermarketten elma ve portakal, kıyma. Watts ayıların tat duyusuna meydan okudu. Onlara marul yerine kıvırcık lahana, elma yerine mango vermeye başladı. Ardından patates ve portakalın yerini ıspanak, kereviz, biber ve domates aldı. Bu ürünler besin çeşitliliği, değişkenliği ve mevsimselliği açısından ayıların bir Alaska nehri kıyısında bulacaklarıyla bire bir aynı olmasa da bir gelişmeydi.
Kısa bir süre sonra ayılar, bakıcılar yemek getirdiğinde, yeni açılmış gurme restorandaki egzotik yemeklerin kokusunu almış insanlar gibi hevesli davranmaya başladılar. Watts menüye eklediği balık, sıçan ve tavşan gibi av hayvanlarını ayılara parçalamadan ve doğada bulabilecekleri zamanda veriyordu.
Watts’ın kararıyla ayıların mevsimsel açıdan daha uygun bir kış uykusu uyumasına izin verildi. Bu Axhi ve Jim için büyük değişiklikti. İki ayı önceki yıllarda, kış boyunca her gün yemek yemeleri için uyandırılıyordu. Hatta uyanırlarsa sadece tek seferlik yiyecek verilecekti.
Son olarak ayılar daha büyük bir yuvaya taşındı. Yeni ortamlarında yiyecekler ayıları “uğraştıracak” şekilde sunulabiliyor, onlar da doğadaki toplama ve avlanma davranışlarını taklit etmek ve beslenme için daha fazla enerji harcamak zorunda kalıyordu.
Ayılar kilo verdi. Daha iyi görünüyorlardı, daha enerjiklerdi. Kısacası daha sağlıklıydılar.
İster küresel obezite salgınıyla mücadele ediyor ister kilo vermeye çalışıyor olalım, Watts’ın başarısından kendi yaşamımızda da uygulayabileceğimiz dersler çıkarabiliriz.”
***
“Çağımızın varlıklı insanı “tek mevsimlik” kesintisiz bir yeme döngüsü yarattı. Bu mutlu, bereketli ama bir o kadar da durağan ve şişmanlatıcı ortamı “ebedi hasat” olarak adlandırabiliriz. Gerek işlenmiş gıdalar gerekse yapay seçimle rahatsız edici çekirdeklerinden arındırılmış, kabuğu kolayca soyulup yenmeye hazır dilimler halinde ayrılıveren o güzelim sağlıklı meyveler “bol miktarda şeker” içeriyor. Protein ve yağa ulaşmak kolay, ebedi hasatta av hiçbir zaman büyümez, kaçmayı ya da kendini savunmayı öğrenmez. Ortam sıcaklığını buzdolaplarımızda dilediğimiz gibi ayarlayabiliyor, güneş battıktan sonra ışıl ışıl ortamlarda sofra kurup akşam yemeği yiyebiliyoruz. Ebedi hasat, bize büyük bir konfor alanı yaratıyor. Fakat sürekli şişmanlamak ve metabolik hastalıklara yakalanmak istemiyorsak, kendimiz bu lezzetli rahat batağından çekip çıkarmak zorundayız.”
Beslenme konusunda iki şirin bozayıdan öğreneceğimiz çok şey var. Obezite ile mücadele etmek istiyorsak, doğal yaşama bir an önce kulak vermenin tam zamanı.