Avrupa dışa kapalı bir ada olarak varlık gösteremez. Yalnızca güney bölgelerinde oluşan kültürden değil, kuzeyden gelen pagan kültüründen, doğudan gelen Ortodoks ve İslam kültüründen de büyük oranda etkilenir. Umberto Eco’nun günümüz Avrupa kültürünün esas mayası olduğunu söylediği Yunan-Roma kültürü, İslam vasıtasıyla Avrupa’ya geçer. Peki, sekiz yüz yıl süren İspanya hâkimiyeti sonrası, Sicilya ve İtalya’nın bazı bölgelerinde varlığını sürdüren Müslüman gelenek ve göreneklerine ne demek gerekir?
Pax Romana / Roma Barışı’nı unutmamak gerekir. Barışın egemen olduğu, çatışmaların ortadan kalktığı yıllar boyunca insanlık refah dönemi yaşamış, kültür, sanat ve bilim gelişmiştir.
Umberto Eco, İtalya’nın en önemli haber dergisi L’Espresso’nun Eylül 2003 tarihli sayısında “Le radici dell’Europe / Avrupa’nın Kökleri” adlı bir makale yayımlar. Bu makalenin yayımlanma amacı, o sırada çalışmalarına devam edilen Avrupa Anayasası tartışmalarıdır. 1957 yılında altı üye ile oluşan Avrupa Ekonomik Topluluğu her ne kadar zaman içinde siyasi birliği sağlamak için çalışmaya yönelse de başlangıçta üye ülkelerin ortak ticari çıkarlarını korumak amacıyla oluşturulmuş bir ticaret birliğidir. 1993 yılı sonrasında Avrupa Birliği’ne dönüşecek olan bu kurumun önceliği ne yazık ki ticaret birliği sağlamak yerine siyasal birliği sağlamak olacaktır.
Anayasa çalışmalarına 1993 yılı sonrasında başlanır; 29 Ekim 2004 günü Roma’da yapılan toplantı sırasında bu konuda uluslararası bir antlaşma imzalanır. Ancak bu antlaşmanın yürürlüğe girmesi için üye ülkelerde halk oylamasına sunulması gerekmektedir. 2005 yılı ilkbaharında önce Hollanda’da, kısa bir süre sonra da Fransa’da yapılan halk oylamalarının sonucu olumsuzdur. Bunun üzerine Roma’da kabul edilen antlaşma metninde yeni düzenlemelere gidilir ve 2007 yılında yeni bir antlaşma metni hazırlanır. Ancak üye ülkelerin bazılarında oluşan olumsuz tutum devam ettiği için anayasa çalışmaları bir süreliğine durdurulur.
Laiklik ilkesi
Avrupa Anayasası’nda, Avrupa kıtasının Hristiyan köklerinin belirtilmesinin uygunluğu konusundaki tartışmalara değinilir. Avrupa’nın Hristiyan köklerinin belirtilmesini isteyenler, Avrupa’nın ünlü “Milano Fermanı” zamanından beri, Hristiyan bir kültürle yoğrulduğuna işaret etmektedirler; “Doğu dünyası Budizmsiz düşünülemeyeceği gibi, Avrupa’da kilisesiz düşünülemez.” Burada bir soru sormak gerekiyor: hangi kilise? Çokça Katolik ve biraz da Protestan kilisesi mi? Peki, Ortodoks inancını ne yapacağız? Avrupa Anayasası’nda Rusya’nın hiç mi söz hakkı olmayacaktır? Rusya’nın Avrupa düşüncesine katkısını reddetmek ne anlama gelmektedir? Acaba Ortodoks Hristiyan olduğu için mi bu birlik dışında bırakılmaya çalışılıyor, yoksa ufak lokmalar hâlinde Yunanistan, Kıbrıs, Bulgaristan ve Romanya’yı hazmetmek daha mı kolay? Acaba Avrupa Birliği’ne yön vermeye çalışanlar âlemi aptal mı sanmakta? Adil olmayan, art niyetle hazırlanan yasalar çözüm değil, yalnızca problemlerin artmasına neden olur.
Buna karşılık, Avrupa’nın Hristiyan köklerinin Avrupa Anayasası’nda yer almasına karşı çıkanlar, modern demokrasilerin temelini oluşturan laik ilkelere dikkat çekmektedirler. Bazı kişiler laiklik ilkesinin geçmişinin çok kısa olduğunu, yaygın Hristiyan inancının ise nerede ise bin yedi yüz yıllık bir geçmişi olduğunu belirtmekte ve böylesi bir geçmişe yer verilmemesini kabul etmekte zorlanmaktadırlar.
Hristiyan geçmiş
Avrupa Anayasası’nda Hristiyan geçmişe ağırlık verilmesine karşı çıkanlar, gelecekte kaçınılmaz bir şekilde farklı etnik grupların yaşadığı büyük bir alana dönüşecek olan Avrupa Birliği’nin inanç konusunda yaşayabileceği sıkıntılı geleceği anlatmaya çalışmaktadırlar. Umberto Eco, “Hristiyan köklerle ilgili açık bir ifade, hem yeni gelenlerin asimilasyon sürecini durdurabilir hem de farklı gelenek ve inançları hoş görülen bir azınlık dinine ve kültürüne dönüştürebilir” düşüncesindedir. Geleceğin insanın inanç tercihi ne olacaktır? İnanan istediği dine veya mezhebe inanır, inanmayan ise kendi bildiği yolda yürür. Anayasa gibi bir metinde geçmişin savaş ve kıyımlara neden olan tekrarını anlamakta zorluk çekmekteyim.
Umberto Eco burada bir soru sorar; “Geçmiş konusunu ele alalım. Avrupa yalnızca Hristiyan kültürüyle mi gelişmiştir? Avrupa kültürünün yüz yıllar boyunca Hint matematiğinden, Arap tıbbından öğrendiklerini… bunun oluşturduğu kültürel zenginliği unutmamak gerekir. Sıfırı Hintlilere ya da Araplara borçluyuz demek yetmez; çünkü daha sonra doğanın matematik diliyle yazılmasını ilk olarak Avrupalılar belirtmiştir.” Umberto Eco gibi felsefi derinliği olan bir entelektüel bile Hristiyan etkisinden kurtulamamaktadır. Avrupa Anayasası’nda yer alması talep edilen bir inanç meselesidir. Umberto Eco, Hintli ve Arap kavramını kullanarak milliyet konusunu dile getirmektedir. Bunun daha doğrusu “Budizm ve İslam’dan öğrendiğimiz çok şey var” demektir. “Hesapta kaidedir, aynı cinsten olmayan şeyler cem edilemez” diye bir atasözümüz var. Milletlerle inançları aynı kefeye koymanın uygun bir değerlendirme olmadığını düşünüyorum.
Almanya’nın etkinliği
Sahip olduğu ekonomik güç nedeniyle büyük oranda Almanya’nın etkin olduğu Avrupa Birliği düşüncesinin insanlık için başarılı olduğunu düşünmekteyim. Ancak, Almanya Avrupa Birliği oluşturma düşüncesini geçmişte dört kez denemiş ve başarısız olmuştur. Geçmişte silah zoruyla yapılmaya çalışılan birleşme düşüncesinin bu kez ticaret yoluyla yapılmaya çalışıldığı kanısındayım. Ancak bu düşüncesini gerçekleştirmekte tıpkı daha önceleri olduğu gibi sabırsız davranan Almanya, ticaret birliğinin kısa süre içinde siyasi birliğe dönüşmesine yol açmıştır. Ticari birlikler karşılıklı kazanç anlayışına dayanır ve ülkelerin zenginleşmesine katkı sağlar. Siyasi birliklerin önceliği ise kar etmek değil, merkezî bir otoritenin varlığının kabulünün sağlanmasıdır.
Avrupa dışa kapalı bir ada olarak varlık gösteremez. Yalnızca güney bölgelerinde oluşan kültürden değil, kuzeyden gelen pagan kültüründen, doğudan gelen Ortodoks ve İslam kültüründen de büyük oranda etkilenir. Umberto Eco’nun günümüz Avrupa kültürünün esas mayası olduğunu söylediği Yunan-Roma kültürü, İslam vasıtasıyla Avrupa’ya geçer. Peki, sekiz yüz yıl süren İspanya hâkimiyeti sonrası, Sicilya ve İtalya’nın bazı bölgelerinde varlığını sürdüren Müslüman gelenek ve göreneklerine ne demek gerekir?
Panteon
Avrupa Birliği anayasa çalışmalarının büyük oranda biçimlendirildiği Roma şehri, tüm insanlığa ibret olacak bir yapı barındırmaktadır: Panteon. Başka bir örneği bulunmayan dairesel bir yapı olan Panteon, yani tüm tanrıların bulunduğu tapınakta, hiçbir tanrının önceliği yoktur. Hiçbiri bir diğerinden farklı konumda değildir, hepsi birbirini takiben sıralanmış olup yüzleri birbirine bakmaktadır. Çünkü Roma bir imparatorluktur, benzeri olmayan bir imparatorluk; imparator olmak için gücün haricinde hiçbir şeyin önemi yoktur. Din, dil, ırk ve rengin ayrıcalıklı bir önceliği yoktur. Hadrianus (117-138) İspanya, Septimus Severus (193-211) Libya, Marcus Philippus (244-249) ise Suriye kökenlidir. Önemli olan ırksal aidiyet değil, Romalı olmak, Roma kültürüne vakıf olmaktır.
Şarlman ve Şarlken
Bir dönem Roma İmparatorluğu’nu tekrar canlandırmak isteyen Avrupa halkları çok erken tarihlerden itibaren bu konuda çalışırlar. Frank ve Lombard Kralı Şarlman / Charlemagne Kutsal Roma İmparatoru olarak 800 yılında taç giyer. Ancak bu birlik çabası çok uzun sürmez. Aradan geçen uzun bir zaman sonra, 1512 yılında yapılan Şarlken / V. Karl bu iddia ile Kutsal Roma Germen İmparatoru ilan edilir. Ancak böyle bir imparatorluğun var olması mümkün değildir. Voltaire (1694-1778) “Bu kendine Kutsal Roma İmparatorluğu diyen ve demeye de devam eden yığın, hiçbir şekilde ne kutsal ne Roma ne de bir imparatorluk” diyecektir. Çünkü bu girişimin arkasında “Alman Milletinin Kutsal Roma İmparatorluğu” anlayışı bulunmaktadır. Roma’nın barbar olarak nitelediği kavimlerin bir imparatorluk kurması mümkün değildir. Çünkü imparatorlukların dini, dili, ırkı ve rengi olmaz. Elbette kutsal (Katolik inancı) ve ırkın (Germen) egemen olduğu bir devlet kurabilirsiniz, ama bu devlet imparatorluk olmaz.
Daha sonra Almanya bu işi Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile iki kez daha dener ve hüsrana uğrar. Bu kez silah gücü ile değil, ekonomik güç ile birleşmeyi sağlamaya çalışmaktadır, ancak hâlâ bu birleşmenin arkasında yatan düşünce, Alman milletinin hâkimiyeti sağlanması düşüncesidir.
Avrupa Anayasası
Umberto Eco, makalesine “Bir anayasada kıtamızın Yunan-Roma ve Yahudi-Hristiyan köklerine işaret edilmesinde, ayrıca bu kökler sayesinde Roma’nın panteonunu her ırktan tanrıya açtığının ve imparatorluk tahtına siyah tenli adamları oturttuğunun (Aziz Augustinus’un Afrikalı olduğu unutulmamalıdır), kıtanın diğer kültür ve etnik katkıların entegrasyonuna açık olduğunun ve bu açık fikirliliğin en derin kültürel özelliklerinden birini oluşturduğunun belirtilmesinde ben bir sakınca görmüyorum.” sözleriyle devam etmektedir.
Umberto Eco gibi derin kültürel birikime sahip bir insan bile Avrupa’nın oluşmasına katkı sağlayan pek çok milleti (kültürü) görmezden gelebilmektedir. Ne demek “… kıtanın diğer kültür ve etnik katkıların entegrasyonuna açık olması”? Elbette günümüzde her kıta ve her ülke varlığını korumak için bu tür entegrasyonlara açık olacaktır. Sınırlarınızı yüksek duvarlarla çevirmek, içe dönmek bir kurtuluş değildir. Artık global bir dünyada yaşıyoruz; her kültürün, her etnik grubun kendini ifade etmesine ve birlikte yaşama kültürünü benimsemesine ihtiyaç var. Her dakika telefonumuza, televizyonumuza ulaşan enformasyon bombardımanı altında yaşıyoruz. Nasıl olur da bu kadar iç içe olduğumuz bir dünyada, altı üstü uzayda bir noktada, “Siz bizden değilsiniz, oturun oturduğunuz yerde!” sözleri geçerli olabilir?
Hangi geçmiş?
Günümüz Avrupa’sı yalnızca Yunan-Roma ve Musevi-Hristiyan kültünden mi oluşmaktadır? İspanya ve Portekiz’de hüküm süren Arap ve Berberilerin, Viyana’ya kadar uzanan bir bölgeyi yüz yıllar boyunca hâkimiyeti altında tutan Türklerin, Avrupa’nın büyük bir alanında yaşayan Slavların bu yaşam ortamına hiç mi katkıları yoktur? Bu anlayış devam ettiği müddetçe Avrupa’nın bir “Anayasa” çerçevesinde birleşmesi bir tarafa, birlik oluşturması bile mümkün değildir. Böylesi art niyet taşıyan bir birliğin mevcudiyetinin fayda değil, zarar getireceğini gören İngiltere 2020 yılında birlikten ayrılır. Ülkemiz Avrupa Ekonomik Topluluğu ile yaptığı 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Antlaşması’yla yaklaşık altmış yılı aşkın süredir Avrupa Birliği ile olan entegrasyonu sağlamaya çalışmaktadır. Avrupa kıtası dışında yer alan Fransız Guyanası ile Kıbrıs’ın ortak olduğu, geleceği belirsiz bu siyasal birlik içinde yer almanın bize ne kazandıracağı meçhuldür.
Müşterek bir hedefe doğru yol almak yerine, kökenini oluşturan coğrafyada yeni karışıklıklar çıkartmayı marifet sanan bir birliğin uzun ömürlü olması söz konusu değildir. Daha önceleri denenmiş, geleceği olmayan birlik yerine, daha geniş vizyonu olan bir ticaret birliği içine katılmanın yollarını aramamız gerekiyor. Hiç unutulmamalıdır ki; barışın egemen olduğu, çatışmaların ortadan kalktığı yıllar boyunca insanlık refah dönemi yaşamış, kültür, sanat ve bilim gelişmiştir.
Umerto Eco, (Çev. Şemsa Gezgin), Yengeç Adımlarıyla, İstanbul, 2012, s. 287-289.