Terör dediğin canavar görünümlü pire.... Pire niteliğinde, asalak sınıfında olmasının yanı sıra baş edemememizin nedeni ise çok boyutlu oluşu! Siyasi ve ekonomik boyutu var. Derinden derinden ilerleyen silahlı savaşı öngören savaş boyutu var. Toplumsal, kültürel ve manevi boyutları deseniz apaçık ortada. Ve biz bu çok boyutlu pire ile tek boyutlu mücadele etmeye çalıştığımız için başarısız oluyoruz.
İnsana, değer vermediğimiz falan yok. Ölen öldüğü ile kalıyor. Memleketin anası ağlıyor! Kaç kişinin gerçekten ve ne kadar umurunda? Olaylar üst üste gelmese etkisi ancak “Cürmü kadar yer yakacak.” Demokrasi nedir bir türlü tam idrak edememiş durumdayız. Bizi yöneten kimse, kısaca kimin borusu ötüyorsa toplumun geneli olarak bize dayatılan kuzu kuzu onun fikirleri doğrultusunda düşünmek, yaşamak. Bizim gibi olmayan her şeyi, her insanı bir tehtit olarak algılıyoruz. İnançlara, yaşam tarzlarına, farklı fikirlere ve insanların kendini özgürce ifade etmelerine tahammülümüz yok. Sürekli bir ötekileştirme durumumuz var. Ötekileştirme bizi birbirimize düşman ediyor. Toplum olarak bir arada yaşamayı beceremiyoruz. Gizliden gizliye de bir arada yaşamamıza, ortak değerlerimize sahip çıkmamıza engel olacak propagandalar yapılıyor. Bilinçaltımız bunlarla dolu...
Politikamız desen bilim kurgu filmi gibi. Bir hayal üzerine var ediliyor, gerçekte sonuçları hiç tutturamıyorlar. Ne yaptıklarını, yaptıklarının nereye varacaklarını tam kestiremiyorlar bir türlü. Hepinizin bildiği gibi siyaset ince hesaplar ve taktiklerle yürütülür. Ama nedense bizim politikacılarımız anca iktidar muhalefet hesabı yapıp kendi kendimizin kuyusunu kazma taktileri geliştirebiliyorlar. Terör de, ekonomi de, dış politika da, eğitim sistemimiz de, kentleşme de hep hesaplan-amamış olasılıklarla karşı karşıya kalıyoruz. Olan millete oluyor.
Terörist öldürmekle terör bitmez. Ne iç savaş nede ülkeler arası savaşa girmek bizi bir yere götürür. Tam tersi zaten çok iyi olmayan ekonomimizin önümüzdeki 10 yıl daha düzelememesini garantiler. Teröre meydan veren unsurları çözmemiz gerekiyor. Çok boyutlu musibetin her boyutunda varlık göstermeliyiz, güçlenmeliyiz. Ülke olarak açıklarımız, kaçaklarımıza bakmalıyız. Hem iç hem de dış önlemler aşmalıyız, ne de olsa terörün kaynağı bu nitelikli.
Diziler ve gerçek hayat
Bir nesil “Kartallar Yüksek Uçar”, “Dallas”, “Şahin Tepesi” dizileri ile büyüdük biz. Bizden önceki birkaç nesil ile birlikte tek izleyebildiğimiz şeyler bu dizilerdi. Yüksekten uçmamız gerektiğini, hayatın güçlüden yana olduğunu, güçsüzün ezildiğini böyle öğrendik. İçlerinde bolca entrika ve ihanet vardı.
Gene o yaşlarda, bir dönem ödevi vasıtasıyla hayatımın ilk romanı olan Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü romanını okumuştum. Ardından Halit Ziya Uşaklıgil’in Osmanlı Devleti’nin son dönem siyasi ve aile yapısını anlatan önemli bir eseri olan Aşk-ı Memnu’yu okumak da nasip olmuştu bana. Nasıl bir tesadüftür ki geçtiğimiz senelerde her iki roman da dizi uyarlaması ile gündeme geldi. İzlenme rekorları kırdılar.
O yaşımda okuduğum bu romanların ve izlediğim Dallas gibi dizilerin bende uyandırdıklarını düşündüğümde şimdi dehşete düşüyorum. Aşkı arayanların hikayeleri idi bunlar. Aşkın içinde hep bir imkansızlık vardı. Entrika ve ihanet hayatın kaçınılmaz gerçeği gibiydi. Zengin olanlar hep mutsuz olmak duru-mundaydı. Çok laf yalansız, çok para haramsız olmuyordu. Mutluluk imkansızdı sanki.
Televizyonda Dallas’ı izler, oyun oynarken dizinden uyarlanmış şu şarkıyı söylerdik; “Çantamı taktım koluma, çıktım Dallas yoluna/ Ben Bobby beklerken Ceyar çıktı karşıma/ Ayakkabım toz atar, Ceyar bana göz atar / Gözün kör olusun Ceyar el alem bize bakar.”
O zamandan, bu zamana ne değişti diye düşünüyorum. Galiba hiçbir şey! Dallas yeni ekonomik düzene adapte olmuş hali tekrar çevrildi. İki yıl önce izlenme rekorları kıran Aşk-ı Memnu’nun tekrarı verildi, tekrarı bile izlenme rekoru kırdı. Hangi devirde olursak olalım, aşkı gerçek hayat yerine dizilerde arıyoruz. Entrika ve ihanet seviyoruz. Bastırılmış duygularımızı, kendi yaşamaya cesaret edemediklerimizi dizilerde izleyerek tatmin oluyoruz. Aşk artık masum değil. Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi “Masum değiliz hiç birimiz...” Yaşamasak da bunları izlemekten zevk alıyor olmamız, masum olmayışımızın bir göstergesi.
SINIFI GEÇENLER
Ayşe Arman “Müzmin bekar erkekler, evlenmek istemeyen, yalnızlığı tercih eden erkekler!” ile ilgili bir dosya hazırlıyor. Her zamanki gibi bir ilke imzasını atacak. “Başıma böyle bir bela aldım” dese de bence çok iyi yapıyor. Evlenmekten korkan, kendine yalnızlığa mahkum etmiş, ıssız adam kılıklı erkeklerin iç dünyalarını masaya yatırmanın sırası gelmişti de geçiyordu bile. Bir hafta sonra da sıra kadınlara gelecekmiş. Bu bir iki haftada çözülemeyecek kadar karışık görünen aslında temel dayandığı nedenlerin çok basit olduğu dosyanın sonuçlarını merakla bekliyorum.
Haftanın Karnesi
Oktay Kaynarca şaşırmış olmalı. Geçen ay evlendiği eşiyle teknede çekilmiş fotoğrafları medyaya yansıyınca, konuyla ilgili Başbakan Erdoğan’a mektup yazmış. Cengiz Semercioğlu’nun da dediği gibi “Otoriteden yasak talep etmenin sonu yoktur ve o yol bir açıldığı zaman sonunun nereye varacağını kimse bilemez.” Halka mal olmuş ünlü isimlerin kamusal alanda yaptıkları her şey haber niteliğini taşır. İşine gelince magazinin nimetlerinden faydalan, işine gelmeyince itiraz et, yok böyle bir düzen.