Sanırım 4 yıl önceydi, Twitter’ı keşfedip üye olmuştum. Mesleğim nedeniyle Facebook’u dahi ilk keşfedenlerden olmama rağmen hiçbir sosyal ağ beni twitter kadar heyecanlandırmamıştı.
Hemen üye oldum. İlgi alanlarıma göre birilerini takibe aldım. İlk başlarda çok az Türk vardı. Dünya gündemini takip etmeme yaradıysa da, kimse benimle aynı modda değildi. Yaşadığım ülkenin gündemi, twitter’ın gündeminden çok uzaktı. Vazgeçtim, hesabımı kapattım. Ama içimden bir ses twitter’ın bir gün herkesin vazgeçilmezi olacağını söylüyordu. Bir süre bekledim ve yeniden bir hesap açtım. Eş, dost, tanıdık tanımadık herkese twitter’i öneriyordum.
Sonunda beklediğim olmuştu, Türkiye’nin aydınlık yüzleri; okuyan, yazan, fikirlerini paylaşan gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, iş adamları, sporcular, gençler artık twitter’daydı. Kim olduğunuz, ne iş yaptığınız önemli değildi. Tek önemli olan ne yazdığınızdı, dünyaya hangi pencereden baktığınız, nasıl fikirler ürettiğiniz... Bu yeni sosyal ağ düşündüğünüzü, fikirlerinizi yazmak için vardı. Özgürdüm. Sokaktaki çukurun kapanma-masında tutunda, siyasilerin yaptığı yanlışlara kadar, pek çok konuda düşüncelerimi özgürce ifade ediyordum. Twitter kullanıcıları olarak bizler adeta fikir işçisiydik. Bu sayede çok değerli insanlar ile tanımıştım.
Yıldızımda git gide parlıyordu, yazdıklarım epeyce okunur, konuşulur olmuştu. Takipçi sayım her geçen gün artıyordu. Twitter da en çok okunan köşe yazarları arasında Nazlı Ilıcak’tan sonra 2. sıradaydım.
İşte tam da o sırada olanlar oldu. Meyve veren ağaç taşlanır misali; kendini iletişimci sananlar tarafından bile tweet yazdığım için eleştirilir olmuştum. Bir gün eleştirilere maruz kalmaya dayanamadığım için tekrar hesabımı kapattım.
Tweet yazma sevdama 1 yıl kadar ara verdim. Geçen yıl yeniden hesap açarak geri döndüm. Zaten artık herkes twitter’ın ne olduğunu, onu diğer sosyal ağlardan ayıran özelliğin neler olduğunu kavramış durumda. Hatta beni eleştirenler bile artık twittter’a üye. Nedense tweet atma konusunda eskisi kadar heyecanlı değilim. Çok sık yazdığım söylenemez ama hemen herkesin ne düşündüğü görebildiğim bu platformun sıkı bir takipçisiyim. İşte benim twitter hikayem de böyle 2 kez son buldu ve 3. kez yeniden doğdu.
Şimdi Twitter’ın 6. Yaş gününü kutluyoruz ve bana Happy birthday twitter demek düşüyor.
Bu yaşadıklarımdan ne öğrendiğime gelince; zihni kıt insanların fikirleri ve eleştirileri de kıt oluyor. Hiçbir şeye kulak asamadan sen inandığın şeyleri yapmaya devam et Sezin diyorum.
Refleksoloji’ye katkı yapanlar
1 ay kadar önce merdivenlerden düştüm. Ama ne düşüştü! En çok korktuğum şey de başıma geldi; zaten boynumda problem vardı belimden de olmuştum. İmdadıma Refleksoloji yetişti.
Soluğu Psikolog ve Refleksolog Esat Başaran’da aldım. El ve ayaklardaki ilgili bölgelere belirli tekniklerle yapılan bası müdahalesiyle rahatsızlıkların tedavi ve rehabilitasyonunda kullanılan akut şifa yöntemi olan Refleksoloji’ye başladık. Hem 2 günde ayağa kalktım, hem de bel ve boyun ağrılarımdan eser kalmadı.
Leonardo da Vinci’ye göre, bir mühendislik harikası olan ayaklarımız, beden ve ruh sağlığımızın adeta bir aynasıymış. Öyle ki, stresten baş ağrısına kadar pek çok şikayetin ayaklarımız aracılığıyla tespit edilmesi ve tedavisi mümkünmüş. Nasıl mı? Tabii ki kökeni eski Mısır’a kadar uzanan Refleksoloji tedavisi tekniğiyle!
Refleksoloji alanında bir buluş yapan her ikisi de Psikolog ve Refleksolog olan Esat Başaran ile ortağı Halil Tabur, geliştirdikleri kuramla dünyada kullanılan refleksoloji haritalarını değiştirmişler. On bin yıllık tarihi olan ve “Tamamlayıcı tıp” olarak bilinen Refleksoloji’nin ve Türk Uzmanların buluşuyla nörolojik birçok rahatsızlığa şifa olduğunu örgenince çok gururlandım.