Geçen haftaki yazımda ekonomideki gelişmeleri işaret ederek, “Sırtımızı bileme dayamamız gerektiğini” yazmıştım; ekonomi bilimine ve yönetim bilimine. Daha sonra da Bakara Suresi’nden alıntı yapmış; “Her şer de bir hayır, her hayır da bir şer” olabileceğini hatırlatmıştım. “Benim hala bir umudum var” diye eklemiş, “Bu da geçer ya hu!” diyerek satırlarıma son vermiştim. Tüm bunları yazarken içimden kendime, “Dur bakalım; neler olacak, bu durum nereye varacak?” diyordum. Gerçekten de tam bir ‘dur bakalım’lık gelişmeler yaşadık. Köşe yazımı “Bu da geçer ya hu!” ile bitirmem de ve hikayesini anlatmayı bu haftaya bırakmam da isabet olmuş.
Tevekkülün en önemli ifadelerinden olan, “Bu da geçer ya hu” sözünün geçmişini ve ne manaya geldiğini bilir misiniz? Size bu sözün ilginç ve ilham veren hikayesini anlatmak isterim.
Tarihten günümüze kalan, bu topraklarda asırlardan bu yana kullanılan, hayat felsefesini yansıtan, duayı andıran bu deyimin hikayesi çok eskilere dayanıyor. Osmanlı’nın her yerinde; kahvehanelerde, duvarlarda, tabelalarda, “Bu da geçer ya hu!” ya da Farsçası “İn nîz beguzered” yazılıdır. Asırlar boyunca Türk hattatlarının sık yazdıkları bir ibâre olmuştur. Benim hayranlıkla bakmaya doyamadıklarım, meşhur hattatlarımızdan Kazasker Mustafa İzzet, Halim Özyazıcı ve Prof. Dr. Ali Alparslan’ın yazdıkları levhalardır. Çalışma masamda, yanı başımda bir tane durur. Hikayesine gelecek olursam.
Osmanlı’nın sıkıntılı yılları… Birçok bölgede bastırılamayan ayaklanmalar mevcut. Tahta 2. Mahmut geçer. Reformu, yenilikleri seven padişah; gözlerinin önünde dağılan bir imparatorluğu toplamak adına her şeyi yapar. 31 yıl iktidarda kalan 2. Mahmut döneminde saldırılar da karışıklıklar da bir türlü sona ermiyordur. Zor günler, bunalım hali, sultanın başında büyüdükçe büyümektedir. Sultan, sıkıntılı ve zor süreçlerinden birinde, “Bana öyle bir söz bulun ki, bu dertlerin, bu acıların, bu sancıların arasında onu okuduğumda umutsuzluğum gitsin, tasam bitsin, acım dinsin. Sonra mutlu olduğumda yine onu okuyayım, rehavete kapılmayayım, dünya nimetlerine tamah etmeyeyim, saltanat makamının, tahtımın gücüyle aslımı, insanlığımı unutmayayım. İşte bu sözü, bir yüzüğe yazdırayım, her gördüğümde, neşem de ve hüznüm de bana aynı etkiyi yapsın” diye emreder.
Bunun üzerine herkes padişahın istediği bu sözü aramak için seferber olur. İlk başvurulan durak, elbette yüzük ustalarıdır. Yüzük ustaları; padişahın emrini duyunca, “Bu iş, bizim haddimize değil. Sözü bulmak, bilgelerin âlimlerin işidir” derler. Bir sonraki durak âlimler olur. Ancak âlimler, “Biz tek sözle hem umutsuzluğu hem mutluluğun rehavetini giderecek hem de yüzüğe yazılacak kadar kısa bir sözü bulamayız. Bu şairlerin, ediplerin işidir” derler. Sonrasında nice şairler, edipler, işi kitap-kalem olanlar… Kim ne yazarsa yazın Sultan 2. Mahmut’un isteğine yaklaşamazlar.
Derken bir gün Osmanlı’ya nice diyarlar gezmiş, nice insanlar görmüş bir derviş gelir. 2. Mahmut’un isteği olan, kimsenin yazamadığı sözü; dervişe sorarlar. Derviş, durur, düşünür; gördüğü, geçtiği hayatlardan, diyarlardan geçmiş, gönlüne inmiş ve o tılsımlı sözü söyleyiverir; “Bu da geçer ya hu!”
Tılsımlı sözü duyan herkes, sanki yıllardır kayıp olan bir parçayı bulmuş gibi heyecanlanır. Hemen sözü alıp hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi’ye götürürler. “Öyle bir yazı yaz ki ey hattat, sultanlar, vezirler, derdi olanlar, yokluk çekenler, umutsuzluğun pençesine düşenler ve dahi varlık içinde yüzüneler ve illaki gücün, kuvvetin rehavetine kapılanlar gördüğünde kendine gelsin. Yedi iklim padişahının yüzüğüne yazılsın, hiç unutulmasın” diye ricacı olurlar.
Hattat, kamışını gönlüyle batırıp mürekkebe Celi sülüs istif tarzında yazıverir yazıyı. Yazı; yüzük ustaları tarafından yüzüğe işlenir. Ve Sultan Mahmut, o günden sonra yüzüğü bir daha hiç parmağından çıkarmaz. Keder içindeyken de mutluluk zafer içerisindeyken de her seferinde yüzüğünün içinde yazılı, “Bu da geçer ya hu!” sözünü okur.
Bana öyle bir söz bulun ki… içimdeki sıkıntıyı alsın ama beni elimden geleni yapmaktan da bileme sırtımı dayamaktan da her şerde bir hayır olabileceğini bilmekten de alıkoymasın diye dertlendiğimde, zorluklar peş peşe geldiğinde çalışma masamdaki hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin küçük replika tabelasındaki, “Bu da geçer ya hu!”sözüne bakarım.
Ezcümle ile tüm bunlar da geçecektir elbet, geçiyor da. Neler neler geçemedi ki! Ama biz yine sırtımızı daima bileme dayayıp tevekkül edelim. Olmakta olan hayır mıdır, şer midir bilinmez, dur bakalım demeyi ve elimizden gelen çabayı göstermeyi ihmal etmeyelim.