Yarın Dünya Kadınlar Günü olmasa ve Bergen filmi olmasa sadece doğanın kadim mucizesi zeytin ağacını ve bilgeliğini yazar, tarihte bilinen ilk zeytin koruma kanunu: solon kanunlarından bahsederdim muhtemelen. Yerim kısıtlı olduğu için zeytin ağaçlarını üzülerek haftaya bırakıyorum.
Bergen filminden başlayayım. Filmi gösterime girdiği ilk gün, Dora dergisinin davetlisi olarak kadın cinayetlerine ve kadına yönelik her türlü şiddete dur demek adına farkındalık yaratmak için gerçekleştirdikleri özel gösterimde seyretme şansı buldum. Bizlere de 8 Mart arifesi Dünya Kadınlar Günü’müzü böylesi bir farkındalık etkinliği ile kutlamak; kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti hedef alan ilk Avrupa sözleşmesi olma niteliğini taşıyan, ama avuçlarımızın arasından kayıp giden/bizden alınan İstanbul Sözleşmesi’ni yeniden gündeme getirmek, kadın cinayetine kurban giden Bergen gibi önemli bir sanatçımızı da anmak yakışırdı. Filmin yapımcılarına, senaristlerine, yönetmenlerine, oyuncularına, emeği geçen herkese de vizyona giriş tarihi, kadın cinayetleri adına yarattıkları farkındalık ve Bergen’i bir kez daha bu vesile ile de unutulmaz kıldıkları için teşekkür ederim.
8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını öneren sıkı bir kadın hakları savunucusu olan Clara Zetkin’in de kastettiği kutlamalar bu çerçevede idi zaten. Bugün insan hakları temelinde kadınların siyasi ve sosyal bilincini geliştirmek, ekonomik, siyasi ve sosyal başarılarını kutlamak için vardı. Sadece sembolik olarak kutlanan, içerik olarak yapılanların farkındalık sağlamadığı, hatta gerçeklikten uzak abartıldığı, sonuç olarak da içselleştirilmediği bir dizi etkinlik yaparak bugünü kutluyor olmamız, beni çok üzen ve karşı çıktığım bir konuydu. Film çok iyi geldi.
Çok tartışılan, beğeneni kadar beğenmeyeni de olan filme gelecek olursam... Bergen’in hikâyesini gayet iyi bildiğim ve düşününce bile gözlerim dolduğu için ağlama ihtimalimden emin olarak, yanıma bolca mendil alarak gittim sinema salonuna. Ama hiç gözlerim dolmadı, ruhunda bir eksiklik, senaryoda kopukluklar vardı. Beğendiniz mi derseniz çok beğendim diyemem, ama yapılış amacı ve verdiği mesaj, filmi ayakta alkışlamama yeter zaten. Kadın cinayetleri hakkında binlerce haber yapsanız, köşe yazısı yazsanız, panel düzenleseniz bu kadar etkili olmazdı...
Beğendiğim tarafı, ajitasyon yoktu ama ‘Acıların Kadını Bergen’in ve yaşananların duygusunu tam seyirciye geçiremedi. Güçlü bir kadındı Bergen ama baba travması ile başlayan ve başka bir adamın sevgi kırıntılarına kendini muhtaç ettiği, aciz ve tutkulu tarafını göremedik. Konservatuvarı birincilikle kazanmış, klasik müzikten arabeske kadar her dalda şarkı söyleyebilen, başarılı bir sanatçıyı canlandırırken filmde söylenen şarkılar o güçte değildi, çok zayıf kaldı. Arabeskin Kraliçesi Bergen’in arabesk yanını yaşantısında da, şarkılarında da göremedik, hissedemedik. Acıdan beslenen, ajitasyona boğulmuş, damardan arabesk bir film olmaması iyi olmuş ama bu da tam Bergen değil, eksik olmuş diyorum sadece.
Filmi izlediğimden beri ayrıca şunları düşünüyorum... Nasıl cahil olmak ile mutlu olmak arasında şaşırtıcı bir bağ varsa, neredeyse eğitim ve kariyerde başarı arttıkça mutsuzluk da artıyorsa, bilmek ve farkındalık beraberinde mutsuzluğu getiriyor ise, güçlü kadınların da aşk başta olmak üzere bazı konularda acziyetleri ve zaafları olması arasında bir ilişki olmalıydı. “Neden güçlü kadınlar mutlu değil?” diye düşünmeye başladım.
Acı, mutsuzluk ve hüzün üçlüsü, kaçılması gereken şeyler değiller. Karşılamak ve yaşamak doğal ama içine çekilmek ve kendini oraya hapsetmek yıkıcı ve arızalı. Arabesk olan da bu zaten. Oysa ne demek istediklerini anlamaya çalışmak, tünelin ucundaki ışığı gösteren nokta. Başta hüzün olmak üzere, muazzam bir elçi aslında. Ne söylemek istiyorsun diye sorabildiğinde insana muazzam kapılar açıyor. Şu hayatta kendinle ne kadar erken tanışabilirsen o kadar iyi. Ve gerçekleri ne kadar erken görebilirsen...
Kendi adıma konuşmam gerekirse, süper kadın olmayı reddedeli birkaç yıl oldu, acılardan beslenmek zaten oldum olası bana göre değildi. 40’ını aşınca ve evlilikte minimum 15 yılı devirince çok iyi anlıyor ki insan, ilişkilerde/evlilikte mühim olan can yolculuğu. Seni canından edecek bir şey değil evlilik, aşk, tutku... Canına yoldaş olabilme hali aslında.
Kadın, erkek fark etmeksizin herkese güzel sevdiği ve güzel sevileceği, şiddetten uzak bir yaşam dilerim.