Paris’e ilk ayak basışım 1972 yılının mayıs ayının ilk günlerine rastlar. Aslında tam da Türkiye’de, celladın Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının boynuna ilmeği geçirdiği günlerdeydik. Ya bir gün önce ya da bir gün sonrası olmalı.
Doğrusu o ki, ben o tarihlerde kafamı devekuşu gibi kuma gömecek yer aradığımdan 6 Mayıs infazlarını, kelimesi kelimesine “Çocukları astılar” diye memleketten kötü haberi aktaran genç garsondan birkaç gün gecikmeyle öğrendim.
Kötü haber Paris’i gezmeme engel olmadı. Kendi çocukluk yıllarımda kurduğum hayallere uyacak olsam Paris’te ilk gideceğim yer Louvre Müzesi olurdu. Ama Paris’i Latin Mahallesi'nden başlayarak gezmeye koyuldum.
Sanki eğleniyorlardı
Buraları gezerek bir çeşit “devrimci hacı” olmayı özlemiş değildim. “Fransa başkentinin en hareketli yerleri oralarıdır” tavsiyesine uyup kendimi Saint Michel metro istasyonundan dışarı atmıştım. O yıllarda bizde Batı ülkelerindeki gençlik olayları pek önemsenmezdi. Önce Almanya’daki gençlik lideri Rudi Dutschke adını basından duyduk. Peşinden Daniel Cohn-Bendit ön plana geçti. Her ikisi de ama özellikle bu ikincisi, öncelikle “cinsel devrim” peşinde koşan sosyalizmden çok anarşizme yatkın liderlerdi.
Fransa’da 1968’de bir ay boyunca yer yerinden oynamış ama devleti ele geçirmek bir yana, bizce sanki “eğlenceli” bir ay geçirmişlerdi. Gençlik olaylarına işçi grevleri eklenince koskoca General De Gaulle bir gecede Batı Almanya’daki Fransız işgal kuvvetleri komutanı General
Jacques Massu’nun yanına, yani Baden-Baden’e sığınmış, Massu’nun verdiği moralle geri dönerek Haziran 1968’de meclisi feshetmiş ve seçime gitmişti.
Olayların halkta yarattığı panikle bu seçimde görülmemiş ezici çoğunluk sağladığı için, değil solun devrim yapıp devleti ele geçirmesi, gençlik olaylarının katkısıyla Fransız muhafazakarları iktidarlarını daha da perçinlemişti. Benim gözümde ve Türkiye’de sol siyasete bulaşan gençlerin çok büyük çoğunluğunun gözünde Mayıs 1968 o kadardı.
1,5 futbol sahalık kaldırım taşı söküldü
“İsyan” deseniz değil, “devrim” deseniz hiç değil, “öğrenci hareketi” deseniz, katılımcılarının çeşitliliği nedeniyle büyük olasılıkla ilk ikisinden daha büyük bir yanlışlık yaparsınız. Ama kabul etmek lazım ki Fransızlar tam 40 yıl öncesinin ilkbahar aylarında muazzam bir deprem yaşadı.
Olayların asli taraflarından ikincisi yani Paris Emniyeti de konuştu nihayet geçtiğimiz günlerde. Liaisons adlı polis dergisi 1968 Mayıs’ıyla ilgili özel sayı yayımladı. Teşkilatlarına mensup 1912 görevli barikat savaşlarında yaralanmış, 298 polis aracı tahrip olmuş, 96 adet ağaç devrilmiş, 9 polis karakolu eylemcilerce dağıtılmış.
Kuşkusuz Mayıs 1968’i en iyi simgeleyen rakam şu sonuncusu: Yaklaşık 10 bin metrekarelik alana yayılı parke taşları, güvenlik kuvvetlerine fırlatılmak üzere yerinden sökülmüş. Bir tarafta cop, göz yaşartıcı gaz ve basınçlı su, diğer tarafta 10 bin metrekare cadde ve sokak karşılığı parke taşı. Futbol sahasının 7 bin 300 metrekare olduğunu düşünürsek neredeyse 1,5 top sahalık alan.
“Parke taşlarının altı plaj!”
1968 Mayıs’ıyla ilgili bilimsel çalışma yürüten araştırmacıların üzerinde en çok çalıştığı malzemeler, kalıcı belge niteliği taşıdığı için afişler ve duvar yazıları. Bu afişlerin belki en ünlüsü “CSR=SS”. Fransız toplum polisi teşkilatının kısaltılmış adı CRS.
Unutulmayan öteki sloganlara da bir göz atalım isterseniz. Olayları sembolize eden, biraz da 68 karşıtlarının silah gibi kullanmaya devam ettiği, bir tür “sonsuz özgürlük” talebini yansıtan “Yasaklamak yasak!” sloganı. Ya da ekonomik büyümeyi geri plana atmayı öneren “Hayal gücü iktidara!” çağrısı ya da biraz aynı anlama gelen “Gerçekçi olalım, imkansızı isteyelim”...
Ama sona bıraktığım bir slogan galiba taşıdığı şiirsellik ve “çok anlamlılık” yüzünden hâlâ dikkatleri üzerinde topluyor; film, çizgi roman, şarkı adı olmaya devam ediyor. Paris Emniyeti’nin açıkladığı bir 10 bin metrekarelik arnavutkaldırımlarından sökülmüş parke taşı yüzölçümü ile mükemmel şekilde örtüşerek: “Parke taşlarının altı plaj!” Önce isimsiz bir şair bulmuş olmalı. Ama deyiş büyük beğeni toplayınca Paris duvarlarına yüzlerce, binlerce defa kopyalanmış.
De Gaulle uykudan uyandırılmaz
Unutulmaması gereken bir nokta, Fransa’yı derinden sarsan bu olaylar sırasında tek bir kişinin hayatını kaybetmemesi. Eylem lideri Daniel Cohn-Bendit’in de geçenlerde Le Point dergisinin 40 yıl sonra ilk kez düzenlediği buluşmada teslim ettiği üzere, Fransızlar tek bir kişinin ölmemesini o günün Paris Emniyet Müdürü Maurice Grimaud’ya borçlu.
Aynı toplantıda; Grimaud olayların çığrından çıkmak üzere olduğu bir gece, dönemin Cumhurbaşkanı General De Gaulle’ü uykusundan uyandıramadığı için ne yapacağını şaşırdığını aktardığında Cohn-Bendit, “Olacak şey değil, peki neden uyandıramadınız?” diye sordu. Eski emniyet görevlisi, “General De Gaulle uykusundan uyandırılmaz!” diye yanıtladı bu soruyu, uzun boylu generalin ölümünden 38 yıl sonra. “İşte 1968’in Fransa’sı buydu” diye noktaladı Cohn-Bendit.
Bense, Latin Mahallesi’nde kaldırım taşlarının altında, sloganı bilmeden devekuşu gibi kafamı gömecek plaj aradığımda, sökülen arnavutkaldırımlarının yerini çoktan asfalt kapladığını keşfedecektim 1972 Mayıs’ında.
“Yaşlı kadın bana ‘Boykot yapıyon mu?’ diye sordu”
Ertuğrul Kürkçü (Eski Dev-Genç Başkanı)
1968’de Türkiye bütün küreyle birlikte yüzyılın son devrimci dalgasının içinden geçiyordu. Yalnızca üniversite gençliği değil, eşzamanlı olarak fabrika işçileri, işsizler, topraksız ve üretici köylüler de kendi hakları için ayaktaydı.
Türkiye’de toplumsal hayat nasılsa öğrenci hayatı aşağı yukarı onu yansıtıyordu. Daha çok erkek egemen, toplumsal cinsiyet ayrımının tanınmadığı, “kadın-erkek eşit” söyleminin geçerli olduğu ama erkeklerin “daha eşit” oldukları bir dönemden söz edebiliriz.
Halkın belli kesimleri, özellikle üreticiler ve aydınlar devrimci harekete ilgiyle bakıyordu. Ama işçiler ve köylüler için devrimcilik henüz tanışmadıkları bir toplumsal-politik pratik olduğundan bu yeni davranışı anlamaya çalışıyorlardı. Toprak ve fabrika işgallerinde, gecekondu direnişlerinde, üretici mitinglerinde aktif olarak yer alanlar devrimci öğrencilerin en yakın dostlarıydı. Üniversite, sendikaların ve köylülerin uğrak yerleri arasındaydı.
Öğrenci hareketlerinin bugüne en önemli etkisi Türkiye'de parlamento dışında bir sivil politik alan yaratılması oldu. 1968 “devrimcilik” diye özgül bir yaşam tarzının doğmasına da ebelik etti.
Benim aklımdan çıkmayan olaylardan biri, öğrenciyken çalıştığım Ankara Belediyesi Nazım Plan Bürosu için Ankara’nın ücra gecekondu semtlerinden birinde anket yaparken yoksul mu yoksul bir yaşlı kadınla aramda geçen diyalog. Kadın benim ne iş yaptığımı sorunca, “Öğrenciyim, bu işte geçici olarak çalışıyorum” dedim. “Boykot yapıyon mu?” diye sordu. “Yapıyorum” deyince, “Yapın yapın, başlarına yıkın dünyayı” dedi bana.
O zaman, mesajımızı duymayan kimse kalmadığına, artık yoksul halkı kazandığımıza kalben inanmış, çok heyecanlanmıştım. Ama 40 yıl sonra öyle görülüyor ki daha yapacak işimiz çok!
“Gençliğin gündeminde eylem kadar flört de vardı”
İpek Çalışlar (Gazeteci)
Batılı ülkelerdeki gençlik hareketleri basında çok yer alır, yakından izlenirdi. Fransa’daki cinsel devrimin karşılığı burada yoktu ancak özgürlük ruhu kadın-erkek ilişkilerini de özgürleştirmişti. Gençliğin gündeminde eylem kadar flört de vardı.
O dönemde işçi hareketi etkiliydi. İstanbul’daki işçi direnişlerini öğrenciler destekliyordu. Gençler sendikacılarla birlikte hareket ediyordu. 15-16 Haziran 1970’te İstanbul’da unutulmaz bir işçi direnişi sergilendi.
40’ıncı yılında 68 idealizmi ve mücadele ruhu toplumca yeniden yüceltiliyor. Baskıcı yıllar ve uygulamalar 68’in diliyle protesto ediliyor. 1980 sonrası toplumsal kimlik talebiyle değişik kesimler ortaya çıktı. Aleviler, Kürtler, İslami kesim devletle karşı karşıya geldi. O günlerin isyanı bugün devletle problemi olan kesimlerce yeniden sempatik bulunmaya başlandı.
Sloganlar, anlamlı ve mücadeleye uygundu... “Tam bağımsız gerçekten demokratik Türkiye”, “Özerk ve demokratik üniversite”, “Bir iki üç daha fazla Vietnam, Ernesto’ya bin selam!” gibi.
Bir yandan eylemlere koşarken bir yandan da sınavlara girerdik. Ders çalışmaya çok vakit kalmazdı. Mülkiye’nin inekhanelerinde kafamıza garip merhemler sürüp hafızamızı güçlendirme provaları yaptığımızı, sonra da pişman olup saçlarımızı yıkadığımızı hatırlıyorum. Bu saçmalıklar yüzünden kimilerimizin uykusu kaçarken, merhem dağıtanların da çok eğlendiklerini anımsıyorum.
“Dekanın odasında yatıp gizli gizli konyak içmek çok hoştu”
Tuğrul Eryılmaz (Gazeteci)
1968-69’da şimdiki gibi çok düşmanca, azgın bir milliyetçilik olmadığı için öğrenci eylemlerine daha farklı bakıyordu insanlar. Aslında sempatik ve keyifli buldukları söylenebilir.
Bizim derdimiz bütün ideolojik dayatmaları yıkmaktı. Bize resmi olarak öğretilen her şeyin dışına çıkmaya çalıştık.
O zaman kendimizi sosyalist sayıyorduk çünkü sosyalizm yasaktı. Hapse atılıyordu insanlar. Milliyetçilerden az saldırıya uğramadık. Amerikan filosu ile uğraşırken kendisine milliyetçi veya Müslüman diyen insanlar üstümüze saldırmıştı.
Ben her dönemin bir 68’i olacağına adım gibi eminim. Gençlerde bu boyun eğmemişlik olduktan sonra...
Şimdi her ne kadar insanlar kadın-erkek eşitliği konusunda sadece bacı demeyi, devrimci kardeşliği hatırlıyorlarsa da kadın-erkek ilişkilerinde ciddi farklılıklar oldu. Biz bir önceki kuşağa göre çok daha özgürdük. Aynı evde yaşayan arkadaşlarımız vardı, bekaret sorunu bile kalkmaya başlamıştı.
Bugün kimileri öğrenci eylemlerini sömürüyor. 68-69’da üniversitede okudu, bunun yanından geçti diye rantını yiyorlar. Ama orada kazanılan bazı şeylerden bizi geriye götürmeleri artık mümkün değil.
En çok aklımda kalan “Gerçekçi ol, imkansızı iste” sloganı.
İlk üniversite işgallerinden birinde dekanın odasında yatıp gizli gizli konyak içmek çok hoştu.