Rıza Türmen

Rıza Türmen

rturmen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Geçtiğimiz pazartesi gecesi Strasbourg’da önemli bir kültür merkezi olan Odyssee’nin yöneticisi Faruk Günaltay, neonazilerin saldırısına uğradı. Arabası ve evi yakıldı. Kapısının üstüne gamalı hac kazıldı. Faruk Günaltay, Fransa’da eğitim görmüş, topluma entegre olmuş, Türk kimliğini korumuş bir aydın. Kendisine geçmiş olsun deriz.
Bir gün sonra Tophane’de sanat galerilerinin açılış törenine katılanlar bıçaklı, sopalı saldırıya uğradı. Yaralananlar oldu.
İki ayrı ülkede meydana gelen bu iki olay farklı nedenlerden doğmasına karşın kökenleri aynı. Her iki olay da kendilerinden farklı olan kişilere karşı duyulan nefret ve öfkenin şiddete dönüşmesinden kaynaklanıyor. “Ötekiler” olarak görülen kişilerin “bizim” yaşam tarzımıza, kültürümüze bir tehdit oluşturduğu düşünülüyor. Bu tehdite karşı korunmak için “ötekilerin”, “bizim” yaşadığımız ülkeden ya da mahalleden çıkarılmaları gerekiyor. Bu amaçla şiddet kullanılması meşru görülüyor. “Ötekiler”den kurtulmakla “bizim” saflığımız da korunmuş oluyor.
Şiddeti haklı göstermek için genelde saldırıya uğrayan sorumlu gösteriliyor. Mahallede gürültü yapıyorlar, sokakta içki içiyorlar. Ya da başka bir kültürden gelen bir Müslüman Türk nasıl olur da o toplumun kültürel yaşamında önemli bir role sahip olur?
Her iki olayın çıkış noktası aynı olsa da nedenleri farklı. Batı toplumlarının kölelik, sömürgecilik, anti-semitizme dayanan ırkçı bir geçmisi var. “Öteki”ne duyulan nefretin idealize edilmesi Nazizmi doğurdu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki göç olgusu kültürel farklılıklara dayanan yeni bir ırkçılık yarattı. Bugün Avrupa’da ırkçılık yabancı düşmanlığı, hoşgörüsüzlük, ayrımcılık, kültürel farklılıklar, ekonomik etkenler gibi çok sayıda ögeyi içeren karmaşık bir olguya dönüştü. Öte yandan 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan İslamofobi, küreselleşmenin ve AB genişlemesinin doğurduğu güvensizlik, gelecek kaygısı, ekonomik kriz sonucu artan işsizlik de ırkçılığı körükledi.
Avrupa’da ırkçı söylem genellikle, göçmenlerin gettolarda yaşadıkları, topluma entegre olamadıkları bahanesi altına saklanır. Oysa, Faruk Günaltay örneğinde de görüldüğü gibi, topluma entegre olmak ırkçılığı önlemiyor. Tersine, entegre olup toplum içinde sivrilen kişiler, ırkçı şiddetin hedefi haline geliyor.
Türkiye’deki olayda ise geleneksel bir toplulukla modern bir topluluğun birlikte var olduklar ortak bir mekan var. İki ayrı toplum modelinin birlikte yaşama koşullarını yaratmak bakımından bir Türkiye laboratuvarı. Ne var ki, modern yaşam tarzı geleneksel topluluğun cemaatsel kimliğine yönelik bir tehdit olarak algılanıyor. Modern yaşamı yeğleyen bireyleri ortak mekandan kovmak için şiddete başvuruluyor. Ancak, bundan sonuç çıkarırken, Türkiye’nin koşullarında bu iki toplum modelinin birlikte var olmak zorunda olduğunu akılda tutmak gerekir.
Karşı karşıya gelen değişik toplumsal yaşamlara ait bireylerin bir arada var olabilmesi her şeyden önce birbirlerini tanımalarına, farklılıklarını kabul etmelerine bağlı. Bunun için bireyler arasında toplumsal ve kültürel aidiyetlerini aşan bir iletişim kurulmasına, köprüler oluşturulmasına gereksinim var. Ancak kurulan köprülerin bireysel hak ve özgürlükler ile hukuk ayakları üstünde durması gerekir. Bireyin kendi yaşam tarzı ve ahlakla ilgili tercihlerini yapabileceği, bunlara saygı gösterilmesi gerektiği kabul edilmeli. İletişim ancak böyle bir ortak zeminde sağlanabilir.
Şiddetin önlenmesi ise devletin görevi. Avrupa’da ırkçı şiddete karşı mücadelenin etkili olmamasının en önemli nedeni, sağdaki siyasal partilerin yabancı düşmanlığı üzerinden siyaset yaparak oy tabanlarını genişletmeye çalışmaları.
Hükümet popülist kaygılarla Tophane’deki saldırılar karşısında güçlü bir irade koymaz, “onlar da içki içmeseydi” gibi bahane bulan ya da olayı küçülten bir tutum izlerse, bu tür saldırıların yenilenmesi beklenmeli. Hükümetin, “olay yargıya intikal etmiştir” demesi yeterli değil. Olayı kınayan açık bir irade ortaya koyması, bu tür saldırıların önlenmesi bakımından gerekli.
Tophane olayının, Türkiye’de farklı toplumsal modellerin uyum içinde birlikte yaşayabileceklerini gösteren bir deneyime dönüştürülmesi Türkiye’nin geleceği bakımından önemli.