Kilisenin içine girdiler.
"Pa, pa, pa! Selanikte, Atinada yoktur böylem bir kilise,
altın yaldız içinde. Durur olduğu gibi. Dokunmamışlar hiç bir şeyine. İsa resmine, heykeline bilem. Gerilmiş çarmıha, kapamış gözlerini, ağlar kendi kendisini, bekler muhterem Validesini, haşa, haşa, haşa! Söylerler, İsa, Allahımızın öz bir oğludur."
"Haşa!" dedi Poyraz Musa.
Poyrazın kolundan tuttu, ağzını kulağına yaklaştırdı:"Kulağını aç iyi, şimdi sana veririm bir sır, demeyesin kimseye. Olursun sen de zengin, ben de... Yalnız söyler isen bir kimseye, duyar ise Türk hükümeti, fakir hükümet, ölür acından, öldürür bizi. Söyle bana."
Omzundan tutmuş sarsıyordu."Tuttu gözüm seni.Et yemin babanın başı üstüne, hem de Kuran... Faş etmeyeceksin sırrımızı, kurtaracaksınız canımızı. Ver elini."
FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (29)
|
|
Elini aldı, sallamağa başladı:
"Ver bana söz, etme sırrımızı faş!"
Durmadan koparırcasına Poyrazın elini sıkıyor, sallıyor, sözlerini yineliyordu.
"Ver bana söz..."
Kolunu o kadar çok salladı ki, Poyraz Musa edemedi:
"Veriyorum söz," dedi.
"Olmaz, ediyorum Kuran üstüne yemin..."
"Yemin edemem."
"Ediyorum, babam, hem de anam başı için yemin. Hem de Kuran..."
Ali Paşa Selim gittikçe hırslanıyor, hırslandıkça Poyrazın kolunu bütün gücüyle sallıyor:
"Edeceksin yemin, olacaksın zengin, hem de Karun... Hem de Sultan Süleyman, hem de..."
Poyraz baktı ki kol gidiyor, ya kırılacak, kırılmasa da yerinden çıkacak. Sağ ayağını ileri attı, bütün gücünü bacağına verdi, asıldı ve elini Ali Paşanın elinden kurtardı.
Ali Paşa terlemiş, boyun damarları parmak parmak şişmişti. Derin bir soluk koyverdi:
"Sen," dedi, "Poyraz Musa Efendi. Var hürmetim sana. Benzersin mert bir adama. Bende var bir harita. Sen bilirsin nedir?"
"Bilemem."
"Sen bilirsin Tepedelen Paşanın büyüktür hazinesi Osmanlıdan?"
"Bilemem."
"Sen bilirsin Tepedelen Paşa arkadaşıdır, can bir kan kardaştır Rus Padişahına, İngiliz, İtalyan, Fransız kıralına?"
"Bilemem."
"Osmanlı kesti kellesini Tepedelenin, oğullarının. Kaldı hazinesi. Osmanlı daha geçen yıla kadar arardı hazinesini Tepedelenin, o adada, bulamaz. Neden bulamaz, sen bilirsin?"
"Bilemem."
"Çünkü yoktur elinde bir haritacık haçan. Yoktur elinde bir işaretçik. Sen bilir misin, vardır bir adamın elinde bir haritacık, bir işaretçik?"
"Bilemem."
"Kimdir bu adam?"
"Bilemem."
Ali Paşa elini göğsüne üstüste üç kere vurdu.
"İşte o adam benim. Elimde var ferman padişahtan, ben olmuşum torunu Tepedelenin. İşaret bendedir, harita bendedir hanenin. Sen anladın?"
"Anladım."
Ali Paşa çok sevindi, sevincinden Poyrazın sırtına bir tokat indirdi ki sesi çınarların altından duyuldu.
"Pa, pa, pa! Var sende çok akıl, çok zeka, hem de çok feraset. Anladın?"
"Anladım."
"Öperim gözlerinden, hem yanaklarından can ü gönülden..."
O sevinçle gene koluna girdi, onu almış karşıda gözüken köşklere götürürken okulu gördü, önünde durdular.
"A be nedir bu büyük konak?"
"Mektep."
"A be çok zengin bu karıncaların adası."
"Çok zengin."
"Sen bana hepsini anlattın?"
"Anlatmıştım."
"Ama küçük çok. Dönemem bir başıma bile ben bu adada. Kırlangıç yuvası kadar."
Köşklere geldiler, Ali Paşa denizin kıyısında, yapıların karşısında durdu teker teker evleri gözden geçirdi:
"Sen bir ev almadın burada?"
"Almadım."
"Verirler kaç paraya?"
"Üç beş altına ya, sen mübadilsin, senden para almazlar."
"Bilirim almazlar. Veririm sana bir daha. Dedim sana, var idi dedem Tepedelen Ali Paşanın üç yüz çiftliği, kaldı bana. Çiftliklerimi aldı elimden Yunan. Yazmışlar beni mübadile. Bilirler torunuyum Tepedelen Paşanın. Korkarlar benden. Yaptılar ol sebepten beni mübadil... Sen duydun Napolyon altını nedir?
"Duydum."
"Ben de verdim avuç avuç altın Yunan memuruna, aldım on beş bin dönümlük Tepedelen Ali Paşa veresesinden bir tapucuk. Buraya gelince gösterdim Abdülvahaba tapuyu, verin bana on beş bin dönümcük arazimi bana. Dedem Ali Paşadan bana düşmüş. Abdülvahap tapuya baktı baktı, beraber tapucuya gittik. Tapucu baktı baktı, amennadır, dedi, bu tapu çelik gibi sağlam bir tapudur. Abdülvahap ben ne yapayım, dedi. Ben Yunanistanı denize döken, Maraşal Tirikopisi esir alan, esir alınca da kılıcını ona geri kuşatan Kemal Mustafa Paşaya giderim, dedim. Ben de söyledim Ankarada, keşki söylemez olaydım da, dilim ağzımda kuruyaydı, Tepedelen Ali Paşanın torunu olduğum. Bundan sonra bir ay, iki ay gittim geldim. Üstüme güldüler, beni buraya, bu adaya gönderdiler. Dedim onlara var bende harita, her bir teşkilat. Sizindir hepsi, hazinesi Ali Paşanın. Bulurum, hazineyi koymuş gibi elimlen. Dedim aç ölüyor Türkiye. Dedim, ben veririm tapusunu hazinenin. Türkiye üç senede olur Avrupa. Sen bilirsin, olur?"
"Bilirim."
"Pa, pa, pa! Bilirsin, bıravo sana. Akılsız bu Türkiye. Yok onlarda zekavat. Adam hiç çok büyük Çeçenistan padişahını yapar bir köy memuru? Bunlar bilmez politika. Yarın, öbürsü gün değişir politika, olur gene padişah Han Üzeyir?"
"Olur."
"Benzer padişaha Han Üzeyir. Vardır bıyıkları tilki kuyruğu gibi. Yarın Kemal Mustafa Paşa kaçar Çeçenistana, olur sürgün, yaparlar onu memur bir köyceğize. Yok akıl bu Osmanlıda."
"Yok. Osmanlı ölmüş, çürümüş."
"Ölmüş çürümüş. Aha bu gözlerimle görmüşüm ben. Gitmişim Ankaraya, aha bu fermanı göstermişim onlara. Bak bak ne yazar burada, yazar Tepedelen Ali Paşa veresesi Ali Paşa. Ali Paşa kim, ben.".
Koynundan Arapçayla yazılmış bir yırtık kağıt parçası çıkardı:
"Al, oku!"
Poyraz bir süre kağıdı okudu, hiç bir şey anlamadı, Ali Paşaya geri uzattı.
"Çok zordur anlamak. Vardır anlamak gerek okumak Sultani mektebinde. Yazmıştır padişah, kimdir verese Tepedelen Ali Paşaya, kim?"
Gözlerini Poyraz Musanın gözlerinin içine dikti, bekledi.
O kadar, ne diyeceğini bekleyerek, yalvararak baktı ki Poyraz Musa gülümseyerek:
Sen," dedi.
Ali Paşa Selim Bey, sevinçle göğsüne vurdu:
"Abe ben," dedi. "A be olacak kim, ben. İşte elimde tapu. Al bak."
Yunan harfleriyle bezenmiş, yepyeni, gıcır gıcır kağıdı Poyraza uzattı. Kağıdı alan Poyraz, evirdi çevirdi baktı, hiç bir şey anlamadı, yüzünü buruşturdu.
"Bilirim anlamaz sen. Onu okur Ankarada büyük memurlar, yüksek tahsil yapmış Atinada. Hem de bülbül gibi. Var içinde bir çiftlik on beş bin dönüm. Verecekler bana burada on beş bin dönüm. Orada ne kadar, burada o kadar. Vermezler bana bir avuç toprak, sürerler beni bu adaya. Hem de karıncaların adasına. Kurarlar bana tuzak, yaparlar puştluk. Dedem Tepedelene yapmışlar böyle, kesmişler kellesini, hem de beş ana kuzusu, beş yavrucağının kellesini onunla beraber. Getirirler padişaha, padişah bakar kesilmiş kellelere, gözleri açılmış kaplan gözleri gibi, gözleri bakar. Kesilmiş kelleleri gözleri bakar. Her birinin yüzlerinden nur fışkırır. Kamaşır gözleri padişahın. Söyler Sadrazama, "Çabuk bir türbe yaptırın bu mübarek zatlara ki Sultan Süleymanin türbesi gibi olsun Süleymaniye camisinin içinde. Kurdular bana tuzak, dediler burada, Yunanistanda ne kadar evin, çiftliğin var ise, orada Türkiyede verecekler sana o kadar. Ben de kese kese altın verdim Yunan tapucusuna aldım bu tapuyu, Sen duydun Napolyon altını?"
"Duydum."
"Pa, pa, pa! ha maşallah. Vardır sende zekavet. Sen ne yapacak bu adada? Günahtır sana. Sana gerek büyük çiftlik, çok altın."
Konuşarak çınarın altına geldiler, onların başı gözükür gözükmez sedirde oturanların hepsi birden ayağa kalktılar, ötekiler oturduktan sonra gene hep birden yerlerine oturdular.
"Ben istemem böyle bir ada. Ben ölür burada. Var idi bizim çok büyük ovalarımız. Koşar idi asil Arap atlarımız. Osmanlı bilir ben kimim. Sürer beni karıncanın adasına. Kesecek burada kafamı, atacak o kayaların üstüne, oyacak gözlerimi kuşlar, hem de karıncalar."
Poyraz Musa gülümsedi, soğukkanlı, yumşak:
"Bir, şey olmaz sana burada Ali Paşam."
"Olur, hem de nasıl! Pa, pa, pa!... Sen bilmez bu Osmanlı ne hilebazdır, kan içicidir. O, insan kellelerinden alemi ibret için kaleler yükseltmiştir. Yoktur dünyada bu Osmanlı gibi insan düşmanı. Der ne Osmanlı için ecnebiyat, Türklerin ve hem de Osmanlıların geçtikleri yerlerde kıyamete kadar ot bitmez."
"Ali Paşam Selim Beyim, o Osmanlı gitti, yerine Cumhuriyet geldi. Şimdi başka..."
Ali paşa ayağa kalktı, boyun damarları şişti, elini kolunu sallayarak heybetle konuştu:
"Olamaz, olamaz, olamaz." Gırtlağı parçalanırcasına bağırıyordu. "Olamaz. Osmanlıda hüner çoktur, hile çoktur. Olamaz, Osmanlı kalkmış da ben neden burada? Neden beni memleketimden koparmıştır? Haçan ben ne yapmışım ona? Kış demişim tavuğuna? Benim Yunanistanda, vatanımda, evimde, toprağımdan beni bir canavar gibi almış getirmiştir buraya, ne sebepten? Bu Osmanlı tuzağı değil de bizi neden, bizi, bizi bizi neden?.... Beni bu adaya, neden? Mustafa Paşa Kemal Osmanlının bir zabiti değil mi?"
"Zabiti ya, o başka. O, Osmanlı padişahını kaçırdı."
"Kaçırdı da yerine geçti. Yaaa, ben bilir yerine geçti. Ben bilmez, o beni dedem gibi... Bu adada... Karıncalar... Adı da olmuş Karınca Adası..."
"Sana kötülük etmek için buraya göndermediler."
"Ya ne için?" diye sorarken, terlemiş, yorulmuş, biraz da dinginlemiş yerine oturdu. "Ya ne için?"
"Sana iyilik için?"
"Onlar, onlar bana iyilik için ... Onlar ha? Onlar anladılar ben Tepedelen Ali Paşa torunu, elimden aldılar tapuyu, fermanı, üstüme güldüler. Yüzüme attılar padişah fermanını. Olur?"
"Olmaz ama bu ada bir cennet."
"Ne var senin cennet? Sen bir deli."
"Baksana şu zeytinlere. Böyle zeytin hiç bir yerde yok. Her ağaç beş çuval zeytin verir."
"Sen deli. Var bizim Yunanistanda bunun bin misli zeytin. Çıkar on bin teneke zeytinyağı."
"Bak şu şeftali, bu şu kiraz, ceviz ağaçlarına."
"Baktım hepsine. Var bizim Yunanistanda on bin misli."
"Şu tepenin arkasında da belki yüz tane büyük arı kovanı."
Arı kovanı deyince Ali Paşa değişti. Yunanistan sözünü etmedi.
"Demek var yüz kovan besili arı?"
"Var."
"Çok güzel."
"Şu yukarda bir incirler olur, ballı."
Kaşlarını çattı.
"Hah, ballı incir?"
"Ballı incir?"
"On yedi köşk, gördün. Kırk dokuz, iki, üç katlı ev, küçükleri de ayrı. Denizler de
balık dolu."
"Sen demiş sen ne, kaç dükkan?"
"On yedi."
"Ne yaparlarmış bu adada, bu dükkanlar ilen?"
Ali Paşa iyice dinginlemişti. Cebinden, imamesinde altın püskül kehrübar tesbihini çıkardı, şakırdatarak çekmeğe başladı. "Aaah, aah, işte Tepedelen Ali Paşadan kalan tek şey bu tesbih. Osmanlı her şeyimizi yağma etti. Bu dükkanlar ilen?"
"Kasabada söylediklerine göre buradan Amerikaya zeytinyağı, balık, bal ihraç ederler, Yunanistandan, İtalyadan, Fransadan, İngiltereden kumaş getirir satarlarmış."
"Pa, pa, pa..." derken, birden durdu, düşündü, "olamaz, olamaz," diye kükredi. "Avucum içi kadar bir ada. Kim gelir eder alışveriş?"
"Bilemem. Kasabada öyle söylediler."
"Belkim doğrudur." Poyrazın kulağına eğildi: "Bak kardaşım, Poyraz Efendim, bak kaç tane var bende çocuk, bunlar bu adada kiminle evlenecekler, yuvası kuracak?"
"Bu ada yakında insanla
dolar."
"Kim gelecek?" diye bağırarak ayağa kalktı Ali Paşa. "Gelecek kim, kim?" Omzundan tuttu Poyrazı da kaldırdı, deniz kıyısına çekti götürdü.
Poyraz omzunu onun elinden kurtardıktan sonra:
"Dünya muhacir dolu. Bu harp herkesi, bütün dünyayı yerinden yurdundan etti. Bütün yöreler de dolmuş, kasabalılar söyledi. Bu adayı bir haber almasınlar, çekirge sürüsü gibi inerler adaya."
"Sen de hiç bir iş bilmez," diye bağırdı Ali Paşa. Gene kıpkırmızı kesilip boyun damarları şişti, bağırarak. "Sen burada ölecek, ölecek. Sen kaçmış buraya bir düşmandan. Korkmuş ölüm sen. Kurt yer senin leşi. Yok okusun bir Hoca sana Kuran."
"Burası bir cennet," diye bağırdı Poyraz Musa. Çok öfkelenmiş titriyordu.
"Cehennem," diye karşılık verdi Ali Paşa.
"Sen ne anlarsın cennetten. O ot bitmez Yunanistanı da sen bir şey sanıyorsun."
"Hakaret yok, benim vatan Yunanistan. Ben öldürür seni."
Poyrazın üstüne yürüdü. Birbirlerine bağırmalarından bir hır çıkacağını anlayan Kadri Kaptan koşarak yetişti aralarına girdi.