Siyaseten bölünmüş bir toplumun başına neler geldiğine dair ders alınacak örnekler var hayatımızda.
Mesela İsrail...
İsrail, yıllar içinde nüfus artışıyla, oy oranı yüzde 12’lere ulaşmış Ultra Ortodoks Yahudi partilerin esiri olmuş durumda.
Tek başına hükümet olamayan merkez sağ partilerin liderleri bu grupların her istediğini kabul ederek ülke yönetimine geliyorlar.
Netanyahu, içine battığı yolsuzluk çamurundan ve yargı kıskacından kurtulmak adına Ultra Ortodokslara her tavizi verdi, toplumu karpuz gibi ikiye böldü, tüm yaz ülke meydanlarında eylemler yapıldı, ülkenin pilotları başbakanı yurt dışına taşımayı reddettiler, BBC haberlerine göre Mossad’a danışmanlık yapan emekli ajanlar görevlerinden istifa ettiler, zamanını dolduranlar emeklilik dilekçelerini verdiler.
Bölünmüş İsrail, aldığı çok sayıda istihbarata rağmen Hamas’ın göz göre göre gelen 7 Ekim saldırısını engelleyemedi.
Şu an savaştalar ama her kabine ve savaş kabinesi toplantısında büyük kavgalar yaşanıyor.
Ultra Ortodoks Yahudi partilerden gelen bakanlar, hava kuvvetlerini Gazze operasyonunda kara birliklerine destek vermemekle suçluyorlar, savunma bakanı, savaş kabinesi toplantısına genelkurmay başkanıyla giremeyince, küsüp gidiyor, bir saat sonra geri geliyor, durum bu kadar karışmış durumda İsrail’de...
Gelelim, Zülfü Livaneli’nin 31 Mart seçimlerini 31 Mart Vakası’na benzeterek söylediği “Ya gerici ordular, avcı taburları ya da hareket ordusu kazanacak” sözlerine:
İlki 31 Mart aslında doğru olmayan bir tarih, Rumi takvime göre 31 Mart aslında Miladi takvime göre 13 Nisan’a denk geliyordu.
Tarih çok önemli değil aslında, bakmamız ve konuşmamız gereken 31 Mart Vakası’nın içeriği.
Öncelikle şaşırdığım noktayı yazayım, Zülfü Livaneli ‘Kaplanın Sırtında’ romanında “İnsani tarafları öne çıkmış bir Sultan Hamid” portresi çizmekle eleştirilmişti. Bugün muhalefeti Sultan Abdülhamit’i görevden alan Hareket Ordusu gibi kodlaması o yüzden bana ilginç geldi.
Tarihi daha çok ders kitaplarından öğrendiğimiz kadarıyla bildiğimiz için 31 Mart Vakası’nı da biraz yüzeysel biliyoruz.
Ayaklanan alaylı askerlerin 5 talebi vardı. İlki hükümetin istifasıydı, daha sonra Meclis Başkanı’nın istifası, Talat Paşa’nın görevden alınması, alaylı subayların göreve iadesi gibi maddeler sıralanmış, şeriatın uygulanması ancak 4. sırada kendisine yer bulabilmişti. Kaldı ki çok hukuklu bir bir yargı sistemi olsa da Osmanlı’da vergiler şeriat esasına göre toplanırken, kanunnamelerin şer’i hukukla uyumu aranmazdı. 31 Mart’taki şeriat talebinin daha çok Sultan Abdülhamit’in tek başına yönetimde olduğu döneme atıf olduğu düşünülür. Peki 31 Mart Vakası neden şeriat ayaklanması diye kabul ediliyor derseniz, bunun sebebi isyandan sadece 8 gün önce kurulan İttihadi-Muhammedi isimli siyasi partinin isyana sahip çıkmasından kaynaklanan bir durum.
Fakat bu yazdıklarımın da pek bir önemi yok, bunlar benzetmenin tarihe uygunluğu açısından sıraladıklarım.
Türkiye 31 Mart’ta belediye başkanlarını ve belediye meclis üyelerini seçecek.
Son 20 yılda defalarca sandığa gittik. 3 referandum yaşadık. Genel seçimler için altı kez, Cumhurbaşkanlığı 2. Tur Seçimi’ni de ekleyince 7 kez, yerel seçimler için de 2009’dan itibaren ülke genelinde 3 kere, İstanbul seçmeni olarak 4 kere sandığa gittik.
Sonuç 20 yılda 14 kere sandık başına giden seçmenler ve her seçimde yaşadığımız tartışmalardan kalan izler.
Ülkemizin toplumsal dinamikleri elbette ABD’den ve İsrail’den farklı ama bizim de toplumsal fay hatlarımız var.
Her seçimi “Bir ölüm-kalım meselesi olarak” kodlamak ülkeye daha fazla zarar verir hale geldi.
Bunu bilmek ve buna göre cümleler kurmak “sanatçı”, “aydın”, “medya”, “vatandaş”, fark etmez, hepimizin sorumluluğu.