Türkiye’nin daha önceki yaşadığı krizlerde belirleyici rol oynayan döviz sorunu şimdi bir kez daha belirleyici olacak gibi görünüyor. Türkiye ekonomisinin 2003-2007 dönemindeki büyümesini büyük ölçüde dış kaynakla finanse ettiği, küresel likidite bolluğundan yararlanarak kolayca borçlandığı ve cari açığını finanse ettiği, bazı bankalarını ve diğer bazı kuruluşlarını, varlık fiyatlarındaki yükselişten yararlanarak çok iyi fiyatlara yabancılara sattığı biliniyor.
Türkiye’de 2001 krizini tetikleyen olaylar zincirini ve özelikle de zincirin son halkasını oluşturan “Anayasa kitapçığının fırlatılması” olayını anımsayanlar hayli fazla. 1994’te yaşanan ‘Çiller krizi’ni anımsamaya da yaşı müsait çoğu kimsenin. Türkiye ekonomisi için yeni bir dönemin başlangıcını simgeleyen “24 Ocak kararlarının” hangi ortamda alındığını ve Türkiye ekonomisinin 1980 krizine nasıl sürüklendiğini anımsayanları bulmak için ise orta yaş kuşağına başvurmak gerekiyor. Herkesin yaşına göre bir kriz belleği var ülkemizde.
Şimdi yedi yıllık bir aradan sonra Türkiye yeniden bir ekonomik krizin tehdidi altında ve bu kez gündeme gelen soru şu: Türkiye şimdi bir de ‘Erdoğan krizi’mi yaşayacak? Geçen hafta içinde farklı ortamlarda duyduklarım ve çeşitli kesimlerden kişilerle konuşarak edindiğim izlenimler, daha önce farklı başbakanların döneminde yaşanmış olan ekonomik ve mali krizleri hatırlattı bana ve ister istemez bu soruyu sormaya zorladı beni. Başbakan koltuğunda oturan birinin, bazen algılama sorunları nedeniyle, bazen bilgi ve deneyim eksikliği nedeniyle, çoğu kez de siyasi kaygılarla ve anlamsız inatlaşmalarla krizlere neden olabildiğini yaşayarak öğrenen biri olarak soruyorum bu soruyu.
Türkiye’nin krizi mi?
Geçen hafta içinde CNN Türk’de, Başbakan Yardımcısı Sayın Nazım Ekren’in sorularımızı yanıtladığı Taha Akyol’un “Eğrisi Doğrusu” programına katıldım. Sayın Ekren, Hükümet’in krizin ülkemizdeki etkilerini hafifletmek için yaptıklarını anlattı. İyi niyetine inanıyorum ama düşünülen önlemlerin inandırıcı olması için komple bir paket halinde en yetkili kişi, yani Sayın Başbakan tarafından açıklanması gerek galiba.
Bankalar Birliği’nin 50. yılı nedeniyle düzenlenen resepsiyonda finans dünyasının ve iş âleminin önde gelen isimleriyle sohbet ederken hemen herkesin kaygılı bir bekleyiş içinde olduğunu gördüm. Finans Kulüp tarafından İstanbul’da düzenlenen “Küresel Mali Kriz ve Türkiye” konulu toplantıda da, 1980’den bu yana ekonomi yönetiminin önemli noktalarında görev almış ve çeşitli krizlere tanık olmuş olan Zekeriya Temizel, Tevfik Altınok, Osman Birsen, Mahfi Eğilmez, Kemal Kabataş ve halen TMSF Başkanı olan Ahmet Ertürk gibi isimlerle, küresel krizin Türkiye’ye nasıl yansıyacağını ve bu krizden en az zararla çıkmak için neler yapılabileceğini tartıştık.
Daha önce yaşamış olduğumuz krizlerden farklı olarak, bu krizin bizim kendi yarattığımız bir kriz olmadığını, bu kez küresel kapitalizmin merkezinde patlayan krizin sonunda gelip bizi de vuracağını hemen herkes kabul ediyor. Yani bu krizin “Erdoğan krizi” diye anılmasını gerektirecek bir durum yok aslında ve gerekenler yapılsa belki de buna gerek kalmayacak ama Sayın Başbakan’ın krize yaklaşım tarzı ne yazık ki bu sonucu doğuracak galiba.
Erdoğan’ın takıntısı
Başbakan Erdoğan’ın , hükümetinin ekonomideki performansını çok önemsediği bir sır değil. “Ekonomide başarısız oldu” dedirtmek istemiyor kendine. Öte yandan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ekonomide sağlamış göründüğü başarının, 2002-2007 döneminde küresel ekonomide yaşanmış olan yükseliş dalgasından yararlanılarak elde edilmiş bir başarı olduğu da ortada.
Şimdi gelinen noktada küresel dalganın Türkiye gibi ‘Yükselen Pazar’ ülkelerini de içine çeken bir girdaba dönüşmesi bizi de olumsuz etkileyecek kuşkusuz. Hiçbir komplekse kapılmadan bu gerçeği kabul edip yaklaşan fırtınadan en az hasarla kurtulmak için neler yapılması gerektiğine odaklanması gerekirken, Sayın Başbakan farklı bir havada görünüyor.
Bu krizi kullanarak hükümeti yıpratmak isteyen iç ve dış güçler olduğunu varsayarak onlara karşı mücadele veren bir komutan gibi davranıyor. Krizin etkilerini hafifletmek için başta iş âlemi olmak üzere tüm kesimlerle yakın bir dayanışma içinde olması gerekirken, hemen her kesime karşı kuşkucu, hatta yer yer suçlayıcı ve aşağılayıcı bir tavır içinde. Küresel tehdidin yarattığı risklere karşı şu ortamda IMF ile bir anlaşma yaparak kendisini güvenceye almak Türkiye için akıllı bir tercih gibi görünürken IMF ile anlaşmanın önemini ve gereğini değil sakıncalarını vurguluyor sürekli olarak.
Kritik ekonomik kararları verme yetkisini elinde tutan Sayın Başbakan bu yaklaşımını değiştirmezse Türkiye küresel krizden daha fazla etkilenecek ve yaşayacağımız kriz de “Erdoğan krizi” olarak anılacak.
Düşecek büyük domino Rusya mı?
Küresel finansal krizin çok ciddi bir reel sektör krizine dönüşmeye başladığı ve IMF’nin küresel büyüme tahminlerini yeniden aşağı çektiği ortamda kurbanlar listesine kimlerin ekleneceğini kestirmek çok zor.
Örneğin, bu yılın ilk yarısında, petrol fiyatlarının 150 dolara doğru gittiği ortamda döviz rezervleri 600 milyar dolara yaklaşan Rusya’nın kriz nedeniyle zor duruma düşebileceğini düşünmek pek kolay değildi. Ancak bu şimdi mümkün görünüyor. Borsasında büyük kayıplar yaşayan Rusya’nın döviz rezervi erirken dış borç rakamları da ne kadar büyük bir risk altında olduğunu gösteriyor.
10 Kasım tarihli Newsweek dergisinin haberine göre Rus şirketlerinin borcu 857 milyar doları, Rus bankalarının borcu da 637 milyar doları buluyor. Üstelik petrol fiyatı da 70 doların altında. 1998’den 10 yıl sonra Rusya’ya yeniden dikkatle bakmak gerekiyor.