Yukarıda gördüğünüz grafik 15 Nisan tarihli Financial Times gazetesinde, “Sıcak paranın ateşini ölçmek” başlıklı yazının içinde yer aldı. Yazının amacı, küresel finans piyasalarının büyük bir belirsizlik ve çalkantı yaşadığı ortamda riski az ve çok olan ülkelere ilişkin olarak yatırımcıya bir fikir vermekti.
Dış kaynağa bağımlılık
Ülkelerin dış kaynağa bağımlılığı ile çektikleri dış kaynağın geri kaçma olasılığı dikkate alınarak hazırlanmış olan grafikte de görüldüğü gibi Türkiye, Romanya, Baltık Ülkeleri, Güney Afrika ve İzlanda ile birlikte riski en yüksek ülkeler arasında gösterilmiş.
Grafiğe eşlik eden değerlendirmede de Türkiye’nin gerek dış kaynak ihtiyacının yüksekliği gerekse dış açık gibi risk faktörlerinin yüksekliği ve yararlandığı sermaye akımlarının seyyaliyeti (oynaklığı) açısından en olumsuz görünüme sahip ülkelerden biri olduğu vurgulanıyor.
Ayrıca Türkiye’nin, İzlanda ve Güney Afrika ile birlikte, bu yıl parası en fazla değer kaybeden ülkelerden biri olduğu ve bunun da yatırımcıların bu ülkelerden uzaklaşmaya başladığını gösterdiği belirtiliyor.
Bu tür değerlendirmelere dudak bükme eğiliminde olanlar çıkabilir ama bu tür değerlendirmelerin sıklaşmasının hiç de hayra alamet olmadığını geçmiş deneyimlerimizden biliyoruz. Bu ortamda yapmamız gereken şey dudak bükmek değil, yükselen riskimizi daha da yükseltecek davranışlardan kaçınmak olmalı.
Gıda krizi, finans krizi, küresel ısınma ve artan eşitsizliğin gündeme getirdiği soru:
Piyasa insanlığı batırıyor mu?
Geçen hafta dünyanın ve Türkiye’nin gündemine oturan, manşetleri kaplayan konu, temel gıda maddelerinin fiyatlarında gözlenen baş döndürücü tırmanış ve bunun yarattığı kargaşa idi. Dünyanın dört bir yanında 30’un üstünde ülkede, ekmek ve diğer bazı gıda ürünlerinin fiyatlarındaki sıçrama halkı sokağa döktü, bazı ülkelerde “ayaklanma” denebilecek olaylar yaşandı. IMF Başkanı Strauss-Kahn “gıda krizinin savaşlara yol açabileceğini” söyledi.
Neden yaşandı bu olaylar? Bazı tarım ürünlerinin, pirinç gibi temel gıda maddelerinin fiyatları neden böyle sıçradı ve bunun sonucunda karnını doyuramaz hale gelen insanlar sokağa döküldü?
Piyasa düzeninin tutarlı savunucusu olan The Economist dergisi, temel gıda maddelerinde yaşanmakta olan fiyat patlamasının ve ortaya çıkan açlık tehlikesinin, gıda zincirinin her halkasında yaşanan “piyasa fiyaskosu”nun (“market failure”) sonucu olduğunu yazdı bu haftaki sayısında. Çeşitli müdahalelerle bozulan piyasalar görevini yapamamış, son dönemde finans piyasalarıyla iç içe geçen emtia piyasalarındaki spekülasyon, gıdadaki fiyat hareketlerini daha da tırmandırmıştı.
Finans sistemi fiyaskosu
ABD’de konut balonunun patlamasıyla tetiklenen ve dünyanın en gelişmiş finans sistemini temelinden sarsan krizin nedenini araştırdığımızda gene aynı olgu çıkıyor karşımıza: “market failure” ya da piyasa fiyaskosu. Denetimin yetersiz kaldığı ortamda kendi kurallarını yaratarak gelişen ve çok karmaşık bir yapıya bürünen ABD finans sistemi, kendi yarattığı risk labirentinin içinden çıkamayınca, sistemin çöküşünü önlemek için devlet, yani ABD Merkez Bankası (Fed) devreye girip kurtarma operasyonları organize etmek zorunda kaldı. En büyük yatırım bankalarından Bear Stearns’ın batması bu yöntemle önlenince sistemdeki güven krizi geçici olarak aşılmış oldu ama yarın öbür gün buna benzer yeni operasyonlara ihtiyaç doğarsa kimse şaşmayacak.
İngiltere’de hükümet, batma noktasına gelen Northern Rock adlı mortgage bankasına el koymak zorunda kaldı. Benzer bir olayın ABD’de de yaşanabileceği belirtiliyor. Yani ne olacak? Banka sisteminde, milyonlarca dolarlık primler alan harika çocuklarının yarattığı büyük çıkmazın faturasını reel geliri 30 yıldır yerinde sayan geniş kesim ödeyecek. Vergi olarak ödeyecek, işsizlik olarak ödeyecek, evini kaybederek ödeyecek.
Küresel ısınma ve eşitsizlik
Yerküremizin geleceğini tehdit eden iklim değişikliği ve küresel ısınma olgusunun nedenlerine baktığımızda ne görüyoruz? Bir kez daha “market failure” ya da piyasa fiyaskosu olgusu çıkıyor karşımıza. Çözümü piyasaya bırakmanın insanlığı felakete götürdüğü noktada durumu kurtarmak için devletlerin ve uluslararası kurumların devreye girmesinin gerekli olduğu görülüyor.
Öte yandan sınırsız piyasacılığın en fazla kabul gördüğü ve finansal kapitalizmin en çok geliştiği ülke olan ABD’de gelir eşitsizliğinin son 30 yılda çarpıcı biçimde arttığını görüyoruz. 1979 yılında ABD’de gelir piramidinin en tepesindeki % 1’lik kesimde yer alan bir Amerikalının geliri, orta gelir grubundaki bir Amerikalının gelirinin 8 katı, en düşük gelir grubundaki Amerikalının gelirinin 23 katı imiş. 2005 yılında ise en tepedeki % 1’lik gelir grubunda yer alan Amerikalının geliri orta gelir grubundakinin 21 katı, en düşük gelir grubundakinin ise 70 katı olmuş. Financial Times’ın haberine göre, 2002 - 2006 döneminde ABD’de elde edilen gelir artışının % 75’i en zengin % 1’in cebine girmiş ve gelir eşitsizliği 1920’lerden beri en yüksek düzeye tırmanmış. Gini katsayısına göre yapılan karşılaştırma ABD’nin zengin ülkeler arasında en eşitsiz gelir dağılımına sahip ülke olduğunu ortaya koyuyor.
Küreselleşme, kapitalizmin tetiklediği bir süreç ama küreselleşmenin yarattığı sorunların çözümünde piyasa sisteminin yeterli olmadığı, çözümü piyasalara bırakmanın sorunları ağırlaştırdığı görülüyor. Dünyanın sınırlı kaynaklarının en verimli biçimde kullanılması ve en fazla sayıda insana yararlı olacak biçimde dağıtılması için piyasa düzenine akılcı müdahaleler yapılması gerekiyor.
Çin’in yükselişi
Öte yandan piyasa ekonomisini kontrollü biçimde uygulayarak muazzam bir ekonomik atılımı gerçekleştiren Çin örneği var karşımızda. Geçen hafta açıklanan Dünya Bankası verilerine göre Çin, satın alma gücü paritesine göre yapılan hesaplamayla ABD’den sonra dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline geldi. Dünya Ticaret Örgütü de Çin’in 2007 yılında, Almanya’nın ardından dünyanın en büyük ikinci ihracatçısı haline geldiğini açıkladı. ABD ekonomisi resesyonda, Çin ekonomisi geçen yıl % 12’ye yaklaşan bir büyüme hızına erişti.
Çin piyasayı kendi koşullarını akılcı biçimde kullanarak bu noktalara gelebildi. ABD Başkanı Ronald Reagan ile İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın 1980’ler de moda haline getirdiği sınırsız kapitalizmi savunan Anglo - Sakson modeli ise kriz üstüne kriz üretiyor. Bundan çıkartılacak önemli dersler olmalı.
Gıda krizine çare “Frankenştayn” mı?
Başta pirinç olmak üzere bazı temel gıda maddelerindeki çarpıcı fiyat sıçramalarıyla küresel gündeme oturan gıda krizi, genetik olarak değişime uğramış gıda ürünleri üretenlere ve bu ürünlerin gerekliliğini savunanlara yeni bir fırsat penceresi açtı. Kısaca GDO diye anılan bu ürünlerin, insanlığın yaygın bir açlık tehlikesiyle karşılaşmasını önleyecek tek çare olduğunu vurgulayan yazılar ve yorumlar tanınmış imzalarla Batı medyasında yer bulmaya başladı. İngiltere’de yayımlanan Country Life dergisi de “Frankenştayn’ı sevme zamanı” başlıklı bir başyazı yayımlayarak genetik değişime uğramış gıda ürünlerinin insanlığa yeni bir ufuk açabileceğini ileri sürdü. İngiltere’de Daily Mail gazetesi genetik değişime uğramış ürünlere karşı açtığı başarılı kampanyada bu ürünleri “Frankenştayn gıdası” olarak nitelemiş ve bu deyim yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştı.