Türkiye ekonomisinin 2001 krizinden kurtulup dünyada olumlu algılanan bir dönüşüm yaşamasında belirleyici rol oynamış olan Kemal Derviş’in sadık destekçileri ve amansız düşmanları var Türkiye’de. Destekçileri Derviş’i yeniden Türkiye ile
Futbolla avunmanın dayanılmaz hafifliği ile oyalanıyor muyuz?
Velev ki Avrupa Şampiyonu olduk...
Sıkça uğradığım kafede çalışan gençler Türkiye - Çek Cumhuriyeti maçının sabahında beni karşılarında görünce dayanamayıp sordular: “Hayrola ağabey, akşamki maça gitmiyor musun?” Öyle her Allah’ın günü futbol muhabbetine giren takımdan olmadığım halde bana bu soruyu sormalarının tek bir nedeni vardı, gazetede yazı yazdığımı bilmeleri. Köşe yazarı diye geçindiği halde Avrupa Şampiyonası’na gitmeyen ya da götürülmeyen birinin ciddi bir mazereti olmalıydı. Köşe yazarı diye, hatta gazeteci diye bilinen hemen herkesin çeşitli davetler alarak katıldığı ve hikâye ettiği bir olayın dışında kalmamın nedenini açıklamam gerekiyordu onlara.
“Davet edilseydim gider miydim bilmiyorum ama beni davet eden falan olmadı çocuklar” dedim ve ekledim: “Eh, yaşı kemale ermiş, sponsorsuz ve promosyonsuz kalmış bir ağabeyiniz olarak, kendimi futbol uğruna helak edecek halim de yok herhalde”.
Bu yazıyı yazan kişinin kompleksli ruh halini daha iyi anlayabilmeniz için anlatıyorum bunları. Mademki dışında kaldım, o halde küçümsemem gerekiyor bu olayı ve içinde yer alanları. Bunda şaşacak bir şey yok. İnsani refleksler bunlar.
Futbola ilginin ölçüsü
Aslında futbolu küçümseyenlerden, “Hayatımda hiç futbolla ilgilenmedim” diyenlerden değilim. Öğrencilik yıllarımda benim için hayatın belki de en önemli, en belirleyici unsuru idi futbol. Sonraları ilgim iyi bir TV izleyicisi düzeyine inmişken Alp’in (oğlum) maç çağına gelmesiyle birlikte yeniden maçlara gider oldum. Son yıllarda da Alp’in önayak olmasıyla üç kez Şampiyonlar Ligi finali izledik birlikte ama çoğunlukla TV’den izliyorum maçları. Fazla zahmete girmeden, vakit harcamadan, ilgime değdiği ölçüde futbol izlemek daha akıllıca bir tercih gibi geliyor bana. Benim yaşıma gelip futbolu hâlâ hayatının belirleyici unsurları arasında görenleri ise biraz yadırgıyorum açıkçası ama kimsenin tercihine diyeceğim bir şey yok tabii ki.
Futbolun gördüğü yaygın ilgiye de diyeceğim bir şey yok. Özellikle uluslararası alanda başarı kazanan kulüp takımlarının ve milli takımların, geniş kitlenin ilgi odağı haline gelmesi, büyük kutlamalara ya da acılara neden olması da gayet doğal. Küreselleşmenin insanları yeni risklerle karşı karşıya getirdiği, küresel rekabetin yaşam koşullarını daha da ağırlaştırdığı, kimlik sorunlarının öne çıktığı bir dünyada futbol, insanların kolayca paylaşabileceği bir başarı hikâyesi yarattığı için önemli.
Benim takıldığım nokta, ülkeyi yönetme konumunda olanlar dahil her kesimden insanın, futboldaki başarıyı simgeleyen sonuçları dünyadaki en önemli olay gibi gösterip bunun üstünden ahkâm kesmeye başlaması. Sanki Türkiye futbolda Avrupa Şampiyonu olursa bütün diğer sorunlarını da aşmış olacak, mutlu ve mesut bir ülke olacağız.
Şampiyon olur muyuz?
Bu yıl puan alamadan şampiyonaya veda eden Yunanistan geçen defa şampiyon oldu da ne oldu? Dünyadaki yeri mi değişti? Yunan halkı ihya mı oldu? Bu yılki şampiyonada imkânsız gibi görüneni gerçekleştirerek yarı finale çıkan Türkiye bu “mucize”yi sürdürüp Avrupa şampiyonu olursa ülkedeki kutuplaşma havası bir anda dağılacak, cari açık kapanacak, enflasyon % 5’e mi düşecek? Hayır, bunların hiçbiri olmayacak, birkaç gün çılgınlar gibi sevinip zaferi kutlayacağız, sonra gene sorunlarımızla baş başa kalacağız.
Canım hele bir şampiyon olup keyfini çıkartalım diye düşünenlerin de hevesini kaçırmak istemiyorum ama futbolda “mucize”lerle gidilebilecek noktanın da bir sınırı var. The Times gazetesinin futbol yorumcusu Martin Samuel’in tespitine göre bu şampiyonada şu ana kadar oynadığı 414 dakikanın yalnızca 9 dakikasında galip durumda olan Türk milli takımını yarı finale taşıyan bu inanılması güç başarının Almanya ve Hollanda gibi rakipler karşısında tekrarlanması mümkün mü acaba?
En cesur ve korumasız ülke Türkiye
The Economist dergisinin son sayısında ilginç bir grafik çarptı gözüme. Dünya Bankası’nın Dünya Ticaret Göstergeleri 2008 raporunda yer alan verilere göre hazırlanmış olan bu grafikte, çeşitli ülkelerin dış ticarette uyguladıkları ağırlıklı gümrük tarifesi oranları karşılaştırılmış. Sıfır gümrük uygulayan Hong Kong’dan sonra en düşük gümrük oranı uygulayan, yani kendi sanayini ve ticaretini en az koruyan iki ülkeden biri İsviçre diğeri Türkiye. Türkiye’nin koruma oranı, en gelişmiş ülkelerin, ABD ve AB’nin de altında. Türkiye gibi “Yükselen Pazar” diye nitelenen ve dünya ekonomisinin yeni yıldızları olarak ilgi çeken Çin, Brezilya, Rusya ve Hindistan’ın ise Türkiye’den çok daha yüksek koruma oranlarına sahip olduğunu görüyoruz.
Onların bildiği, bizim bilmediğimiz bir şey var herhalde. Çok düşük koruma oranlarıyla rekabetçi olmayan döviz kuru birleştiğinde ortaya çıkan sonuç iç açıcı değil. Birçok alanda faaliyet gösteren Türk firmaları yabancı rakipleriyle rekabet etmekte zorlanıyor, Türkiye’nin ithalata bağımlılığı artıyor. Bu durum ister istemez şu soruyu akla getiriyor: Ulusal bir stratejisi olmadığı için bu duruma düşen Türkiye’nin bu durumu sürdürme lüksü var mı?
Melih Aşık
BİLİM VE SANAT
24 Aralık 2024
Cem Kılıç
Emekli olmak isteyen eksiği nasıl tamamlar?
24 Aralık 2024
Ali Eyüboğlu
Her kuşağın sevdiği sanatçı
24 Aralık 2024
Çağdaş Ertuna
Tacizi anlatan filmde başrole taciz skandalı
24 Aralık 2024
R.Hakan Kırkoğlu
2025 size ne getirecek? Aslan | Yeni hedeflere yol alıyorsunuz
24 Aralık 2024