Eğer ABD ekonomisi içine düştüğü krizi resesyona girmeden atlatırsa Deniz Gökçe’yi “yılın ekonomisti” ilan edeceğim. ABD’nin resesyona girmeyeceğini kanıtlamak için göz yaşartıcı bir çaba harcayan Deniz Gökçe dostumuzun haklı çıkma olasılığının arttığını düşündüren veriler damgasını vurdu geçen haftaya. ABD ekonomisinin bu yılın ilk çeyreğinde, ihracattaki artış ve stoklara giden üretim sayesinde % 0.6 büyüdüğü açıklandı, işsiz kalanların sayısındaki artış da beklenenin çok altında çıktı. Bir süredir “iyi haber” sıkıntısı çeken çevreler ve hisse senedi borsaları hemen üzerine atladı bu açıklamaların, bir kez daha krizin aşılmakta olduğu iddiası ortaya atıldı.
Kim haklı çıkacak
Kimin haklı çıkacağını yaşayarak göreceğiz ama bence krizin aşılmakta olduğunu söylemek tam bir aldatmaca. ABD’den dünyaya yayılan finans kesimindeki paniğin, merkez bankalarının benzeri görülmemiş müdahalesiyle şimdilik yatıştığı bir gerçek ancak finans kesiminde başlayan krizin reel ekonomideki etkileri asıl bundan sonra yaşanacak. Şimdi Avrupa’yı etkisi altına almaya başlayan yavaşlamanın dünya ekonomisini hangi oranda yavaşlatacağını önümüzdeki dönemde göreceğiz. Bu süreçte birçok ülkede işsizliğin artması ve dünya ticaret hacminin küçülmesi olası görünüyor.
Bunun bir sonucu da ABD’den başlayarak şirket kârlarının düşmesi olacak. Richard Dobbs, Bin Jiang ve Timothy Koller’in Mc.Kinsey on Finance dergisinin ilkbahar sayısında yayımlanan ilginç yazısı bunun gerekçesini ortaya koyuyor. Grafikte de görüldüğü gibi, 2002 - 2006 dönemindeki sıçramayla tarihsel trendin iki katına yükselen S&P 500 endeksine dahil şirketlerin kârlarında şimdi keskin bir düşüş yaşanacağını iddia ediyor yazarlar. Onlara göre finans sektörü şirketlerinde yaşanan ciddi boyutlardaki kâr erozyonunun farklı boyutlarda diğer sektörlerde de yaşanması olası. Eğer bu tahmin gerçekleşirse hisse senedi borsalarında şu an için yaşanmakta olan iyimserliğin ne kadar aldatıcı olduğu da daha iyi anlaşılmış olacak.
AKP’nin 1 Mayıs’la ilgili tutumu onları düş kırıklığına mı uğrattı?
‘Baş olma’ hevesindeki AKP’nin 1 Mayıs’a tepkisi gerçek yüzünü gösterdi
AKP yükselen sermayenin partisi
Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) yakından izleyen kimi yazarların köşelerinde ilginç ve düşündürücü değerlendirmelere rastlıyorum son günlerde.
Ali Bayramoğlu, 1 Mayıs tarihli Yeni Şafak’ta yayımlanan yazısında bakın neler yazmış : “AK Parti hükümetini izlemek ve anlamak git gide zorlaşıyor. AK Parti’yi sıkıştırmaya çalışanlar ne denli irrasyonel hamleler yapıyorlarsa AK Parti de son zamanlarda bir o kadar irrasyonel davranışlar içinde bulunuyor... İşçi sendikalarıyla kavga etmek, ‘ayaklar - başlar’ gibi sözler etmek, 1 Mayıs’la sembolik kavgaya girişmek, DPT liderinin elini sıkmamak sıradan sözler ve girişimler gibi görünebilir. Ancak kriz dönemlerinde bu küçük sanılan şeyler dev semboller üretir ve siyaseti bu semboller yapar. Bu semboller sizin özgürlükçü olup olmadığınızı ortaya koyar, en azından özgürlükçülüğünüzün sınırlarını gösterir.”
AKP “12 Eylül’cü” mü?
Aynı gün Ahmet Altan da şöyle yazmıştı Taraf’taki yazısında: “12 Eylül zihniyetinin hedefi ve kurbanı olan, o dönemin yasalarıyla bugün sanık sandalyesine oturan AKP’nin 12 Eylül’cü davranışları sahiplenmesini anlamak pek kolay değil... Yasaklanmak istenen bir partinin başkalarını yasaklamaya böyle istekle koşmasının anlamı ne?.. AKP’nin ‘takiyye’ yaptığı söylenir hep. Eğer yapıyorsa bunu ‘şeriat’ için yapmıyor, ruhundaki o gizli ‘12 Eylülcülüğü’ saklamak için yapıyor.”
Cengiz Çandar da şöyle diyordu Referans’taki yazısında: “1 Mayıs’ın resmi tatil olarak ve ‘Emek Günü’ olarak ilan edilmesi fırsatını bu hükümetin kaçırması kendi hesabına affedilmez bir haldir. Hükümetin ‘özgürlükçü zihniyeti ve niyetleri’ konusunda da bir ipucudur.”
Başbakan Erdoğan’ın son dönemdeki kimi beyanlarının ve AKP’nin iktidar partisi olarak sergilediği davranışların bu arkadaşlarda derin bir düş kırıklığı yarattığı anlaşılıyor. Özgürlükçülüğün tutarlı savunucusu olması beklenen AKP’nin, “başlarla ayakları” yerli yerine oturtan, 1 Mayıs’ı ‘Emek Günü’ ilan etmek şöyle dursun, emekçi kesime gazla ve copla haddini bildiren, özgürlüklerin alanını ve sınırını kendisine göre belirlemek isteyen tavrı, AKP’ye haksızlık edilmemesi gerektiğini düşünenleri de tedirgin ediyor artık.
Bu düş kırıklığının gerisinde yatan şey, AKP’nin kafa karıştıran bir konumda olması bence. AKP, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri Türkiye’yi yönetmiş ve Türkiye’nin temel doğrultusunu belirlemiş olan yönetici kadronun, bu ayrıcalığını korumak için her yönteme başvurmayı göze aldığı bir ortamda, onlara göre daha yenilikçi, daha özgürlükçü, daha demokrat görünebildi. Güçlü bir toplumsal tabana dayanmadan iktidara el koymak isteyen laik seçkinlere karşı, halkın geniş bir kesiminin temsilcisi olarak gösterdi kendisini. İlk iktidar döneminde attığı kimi adımlar da AKP’ye özgürlükçü ve katılımcılığı destekleyen bir misyon yüklemek isteyenlere malzeme sağladı. AKP, yıllardır dışlanan ve mağduriyete uğrayan bir kitlenin partisi olarak da algılanabildi.
AKP’yi laik düzene karşı bir tehdit olarak gösterip devirmek isteyenlerin kullandığı yöntemler de bu algılamayı güçlendirdi ve AKP’nin aslında Türkiye’de yükselmekte olan bir sermaye kesiminin partisi olduğu gözden kaçtı. AKP, temel tercihleriyle, dünya görüşüyle, söylemiyle ve refleksleriyle, bir sermaye partisi. Avrupa’daki sermaye kesimi partilerinin birçoğu gibi, dini birleştirici bir unsur olarak kullanmak istemesi de şaşırtıcı değil.
Erdoğan’ın kafa yapısı
Başbakan Erdoğan, girişim özgürlüğünü, sermayenin sınır tanımaz akışkanlığını ve kâr peşinde koşma dürtüsünü savunurken ne kadar da emin kendinden. Hayatında “limon satmamış”, bir iş kurmamış, ticaret yapmamış kişilerin, örneğin entelektüellerin ise fazla bir değeri yok onun gözünde. İşçi de patronunun emrinde disiplinli bir şekilde çalışıp üretime katkıda bulunması gereken kişi onun için. İşçinin, emekçinin başka şeyler düşünmesi, hakkını araması, hele hele toplu eylemlere kalkışması, hemen “ayakların baş olması” çağrışımına yol açıyor Sayın Başbakan’ın kafasında ve ne yapıp edip bunu önlemek gerektiğini düşünüyor.
AKP, Türkiye’nin yeni hâkim sınıfı olmak isteyenlerin, yani “baş” olmak isteyenlerin partisi. Laikliğe odaklanmış eski yönetici kadronun yerini almak için mücadele verirken ve kapatma davası gibi, önüne çıkartılan engelleri aşmaya çalışırken işçilerin hak talep etmesi, gösteri yapmak istemesi hiç hoşuna gitmiyor, onları hemen “karşı kampın unsurları” olarak görüyor ve cezalandırmak istiyor. AKP’nin özgürlükçülük ve demokrasi anlayışını da bu çerçeve içinde değerlendirmek ve boş umutlara kapılmamak gerekiyor.
Freedom House’dan AKP’ye yolsuzluk uyarısı
Freedom House’un dün açıklanan “küresel basın özgürlüğü” raporuna göre Türkiye “özgür basın”a sahip 72 ülke arasına giremedi; Bulgaristan, Romanya, Mısır, Paraguay ve Moritanya gibi ülkelerle birlikte “kısmen özgür basın”a sahip ülkeler arasında yer aldı. Freedom House’un Arı Grubu’nun desteğiyle hazırladığı “Türkiye’de Demokratikleşme” raporunda ise 2000 yılından bu yana demokratikleşme yolunda önemli adımlar atıldığı, ancak iktidardaki AKP’ye duyulan güvenin de kendi kadrosundan kişilere yönelik yolsuzluk davaları nedeniyle sarsıldığı belirtiliyor, AKP’nin söz verdiği halde milletvekili dokunulmazlığını kaldırmaması ve Yolsuzlukla Mücadele Yasası’nı geçirmemesi eleştiriliyor.