Nuray Mert

Nuray Mert

nuray.mert@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Başbakan’ın Irak ziyaretini değerlendirmeye devam ediyoruz. Ben, mevcut iktidarın bölgede, tüm taraflara mümkün mertebe eşit mesafede durma çabasını ve çatışma yerine müzakere gayretlerini önemseyenlerden biriyim. O nedenle, Irak’ta Şii taraflarla görüşülmüş olmasını da bu çerçevede değerlendirmek isterim. Ancak, Başbakan’ın Necef ziyareti ve Şii lider Sistani ile görüşmesini, muhtemel bir Sünni-Şii çatışmasına karşı önemli bir adım olarak görmekte zorlanıyorum.

İran ve Batı arasındaki gerilim
Her şeyden önce, bölgede Sünni-Şii çatışması sadece mezhebe dayalı bir gerilim değil. Bu çatışmanın bir yanında, İran ve bölge ülkeleri arasındaki güç ve nüfuz mücadelesi, daha geniş ölçekte ise İran ve Batı dünyası arasındaki gerilim gibi bir arka planı var. Irak işgalinin ertesinde, ABD müttefiki olduğu Saddam muhalifi Irak Şiilerinin Irak yönetiminde güçlenmesini, İran’a karşı bir güç dengesi unsuru olarak görüyordu. Irak Şiilerinin önemli ruhani liderlerinden olan Sistani, bu tablo içinde fazlasıyla önemseniyordu. Sistani, zamanında Humeyni’nin rakibi ve (ABD’ye göre) ‘alternatifi’ sayılıyordu. Bush yönetiminin ve Irak işgalinin baş destekçilerinden Vali Nasr, bu yaklaşımı ‘Şii Yükselişi’ (Shia Revival, New York, 2007) kitabında etraflıca anlatmıştı. Nasr’a göre, Irak ‘İlk Arap Şii devleti’ idi, İran Şiileri de Humeyni’nin Şiiliği politize eden yönetiminden bunalmıştı, Şiiler Sistani’nin siyasal olmayan Şii dindarlığını öne çıkarması ile büyük atılım yapacaktı (s.219). Şii Emel ve Hizbullah örgütlerinin saygı duydukları Sistani sayesinde, ‘Lübnan, bir kez daha Kum yerine Necef’e yönelecekti’ (s.231) ‘Şiiler bölgenin en zengin petrol kaynaklarının üzerinde yaşıyorlardı ve Şiileri ve Şii yükselişini ciddiye almak Amerika’nın çıkarına uygun olacaktı’ (s.252).
Bölgede dengelerin yerinden oynamaya başladığı bir dönemde, Necef ve Sistani’nin gündeme gelmesi, Sünni-Şii çatışmasına karşı bir adım olmaktan ziyade, İran’a karşı bir hamle olarak görülecek ve gerginliği artıracak bir gelişme olarak devreye girecektir. Türkiye’nin bakış açısı bu olmayabilir ancak, bölge tablosu açısından durum budur.

Bölgeyi savaş alanına sokma riski
Suriye’de yaşanan hareketlenme de, aynı şekilde İran’ı çatışma alanına taşıma riski yüksek olan bir gelişmedir. Suriye’deki gelişmeler iktidarın dış politikasını zora sokacak diye sevinenler veya hükümeti kısa yoldan taraf olmaya ikna etmeye çalışanlar, bu gelişmelerin bütün bölgeyi savaş alanına sokma riskine kafa yorsalar daha iyi olur diye düşünüyorum.
Suriye’deki rejimin, otoriter olduğu ve karanlık sicili, bu kargaşada ‘taraf’ olmak için gerekçe olarak gösteriliyor. Ancak, mesele ilkeler ve insani kaygılar ise, yanında hizalanacak taraf bulmak oldukça zordur. Libya’ya karşı başlatılan müdahale, bu durumun en iyi göstergelerinden biri oldu. ‘İnsani’ gerekçelere sığınan müdahale, iç savaşa ve nihayet kimler olduğu belirsiz bir tarafı silahlandırma tartışmasına dayandı. Böyle giderse, ikinci bir Irak işgali olayı yaşanacak.
Bu arada, Suriye’de yaşananları ‘mezhep kavgası’ gibi görmek/göstermeye çalışmak da fevkalade hatalı olur. Azınlık, Arap Alevileri (Nusayriler)nin iktidarı kontrol ediyor olması, Suriye’deki siyasal gelişmeleri anlamak açısından sınırlı bir arka plan oluşturuyor. Dahası, Suriye’nin İran ile ittifak ilişkisinin mezhep olayı ile hiç alakası yok. Böyle bir alaka kurmak, Türkiye Alevilerini İran rejimi ile ilişkilendirmekten farklı değil. Hal böyle iken, mesela ORSAM adlı düşünce kuruluşu, Suriye’ye ilişkin yayınladığı değerlendirmede, “ ‘Dara’da yapılan gösterilerde ilk kez mezhepsel vurgu içeren sloganlar atılıyor... ‘İran’a hayır, Hizbullah’a hayır. Allah’a inanan Müslüman istiyoruz’ sloganları doğrudan Arap Alevi yönetime ve Şii müttefiklerine yöneliktir” diyebiliyor.

Yönetimlere karşı birikmiş öfke
Bu sloganlar eğer illa ‘doğrudan’ bir şey ile ilintilendirilecek ise, bu ilinti toplumun rejime karşı tepkisini, İran ve Hizbullah’a karşı yönlendirmek çabası olabilir. Bölgede yaşayan halkların, yönetimlere karşı birikmiş tepki ve öfkesi, bölge dengeleri çerçevesinde, manipüle edilip, kodlanıyor. Bu hususu dikkate almadan olan biteni anlama şansımız yok.
Bakın, anlayıp dinlemeden ‘Arap Baharı’ rüzgârı estirenler Tunus ve Mısır’da neler olduğuna dair tek laf etmiyor. Oysa, Mısır’da anayasa değişikliği referandumu yapıldı ve böylece geçiş sürecinin çerçevesi belirlendi. Müslüman Kardeşler dışında kalan muhalefet çevreleri, ‘devrimci gençler’ ve bu arada Baradey ve Amr Musa, referandumda ‘Hayır’ oyu vermesine karşın, % 22.8’de kaldılar. Müslüman Kardeşler ve eski rejim taraftarları % 77.2 gibi ezici bir çoğunlukla seçimi aldılar.
Bu tablonun ne anlama geldiğini, umarım başka bir yazıda değerlendirme fırsatı bulurum. Ama, son olarak, büyük halk hareketi ve demokrasi sürecinde yapılan referanduma katılımın % 41.19’da kaldığını da hatırlatayım.