Unutulmaz siyasetçi Margaret Thatcher’ın başbakanlık sonrası günlerine odaklanan filmde Meryl Streep’in performansı müthiş
“Demir Leydi / The Iron Lady”
Demir Leydi / The Iron Lady”, Margaret Thatcher’ı Meryl Streep’in canlandıracağı film olarak adını duyurmuştu. Şimdilerde ise Streep’e yeni bir Akademi Ödülü kazandırması ihtimali üzerinden konuşuluyor. Nitekim filmin işleyen tek yönü Streep’in performansı.
Öncelikle şunu söylemek lazım: “Demir Leydi”, Thatcher’ın iktidardaki dönemine de gençliğine de çok az zaman ayırıyor. Filmin büyük bölümünde demansla mücadele eden, yıllar önce kanserden kaybettiği kocası Denis’in hayalini gören yalnız ve yaşlı bir kadın izliyoruz.
ABBA müzikali “Mamma Mia!”dan hatırlayabileceğimiz yönetmen Phyllida Lloyd’un bu yaklaşımdaki amacı Thatcher’ı sempatik göstermek midir bilinmez ama bu tutumu filmin Thatcher’ın hayatının asıl merak edilen bölümünün es geçilmesine yol açıyor.
Morgan’ın “Demir Leydi”yi politik bir figür olarak ele almaktan mümkün olduğunca kaçındığı film, erkekler arasında bir kadın olarak mücadele vermenin zorluğu temasına sığınıyor. Ki, final sahnesiyle bir kadın mücadelesi filmi yaklaşımından da taviz veriyor. Film, Thatcher’ı; bu muhafazakar lideri yaratan politik atmosferi -hem İngiltere’de hem de dünyanın genelinde- tamamen boş veriyor. Thatcher’ın politik yönünü adeta ‘bulaşık yıkamak istemediği için başbakan olan’ ve hayatının son dönemini ihmal ettiği ailesi yüzünden vicdan azabı çekerek geçiren bir insan portresi çizerek geçiştiriyor. Başta dediğimiz gibi, bu filmin tek ilginç yönü Streep’in ve kocasını canlandıran müthiş aktör Jim Broadbent’in performansları.
Yön.: Phyllida Lloyd Oyn.: Meryl Streep (Margaret Thatcher), Jim Broadbent (Denis Thatcher), Alexandra Roach (Genç Margaret Thatcher), Olivia Colman (Carol Thatcher)
Sen.: Abi Morgan
Gör.: Elliot Davis Müz.: Thomas Newman
Dünyanın sonunda depresyon
Danimarkalı sinemacı Lars Von Trier’in yeni filmi “Melankoli / Melancholia”, geçen yıl Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmış ve başrolündeki Kirsten Dunst’a En İyi Kadın Oyuncu dalında ödül kazandırmıştı. Yönetmenin festivaldeki basın toplantısında Nazilerle ilgili sözleri ile gölgelediği film, dünya bir felaketin eşiğindeyken Justine (Dunst) ve Claire (Charlotte Gainsbourg) adlı iki kız kardeşe odaklanıyor.
Evlenmek üzere olan Justine’in depresyonu, kendi düğününü sabote etmesine yol açıyor. Claire ise düzenli bir aile yaşantısına sahiptir. Bu esnada Dünya’ya çarpması söz konusu olan bir gezegenin varlığı Claire’i paniğe sürüklerken, Justine bu durumu serinkanlı bir şekilde karşılıyor.
Trier’in çıkış noktası psikoloğunun depresyondaki insanların felaketler karşısında sakin ve serinkanlı olduklarına dair sözleri olmuş. Nitekim “Melankoli”, başkarakteri Justine gibi sakin ve serinkanlı bir film. Hatta Trier’in filmografisinin en serinkanlı yapıtlarından biri.
Trier’in, kaçınılmaz bir felaket karşısında insan psikolojisini anlattığı film, kesinlikle başarılı. Gösterişli olduğu kadar gösterişçi de olması ise bazen rahatsız edici bir hal alabiliyor.
Namus cinayeti
Geçen yılki Antalya Film Festivali’nden aralarında En İyi İlk Film, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Erkan Avcı) ve SİYAD ödülleri de olmak üzere beş ödülle dönen “Zenne”, Caner Alper ve Mehmet Binay’ın ilk filmi. Film, yolları kesişen üç karakteri konu alıyor. Geçmişi travmalı bir fotoğrafçı olan Alman Daniel Bert (Giovanni Arvaneh); zennelik yapan Can (Kerem Can) ve doğulu muhafazakar bir ailenin İstanbul’da okuyan oğlu Ahmet (Erkan Avcı)
“Zenne”, eşcinsel namus cinayeti kurbanı Ahmet Yıldız’ın hikayesinden yola çıkarak askerlik, eşcinsellerin aldığı pembe rapor, aile ve namus gibi çeşitli konulara uzanıyor. Zaman zaman aksayan hikayeye rağmen uzun süredir karşımıza çıkan en başarılı ilk filmlerden biri.
Fincher bu işe niye girdi?
Stieg Larsson’ın Millenium üçlemesinin ilk kitabı “Ejderha Dövmeli Kız / The Girl with the Dragon Tattoo”, 2009’da çok beğenilen İsveç yapımı bir uyarlamayla beyazperdeye aktarılmıştı. Şimdi de yönetmenliğini ünlü sinemacı David Fincher’ın yaptığı Hollywood eksenli bir uyarlama var karşımızda.
İsveç’in endüstri devlerinden Henrik Vanger (Christopher Plummer), bir yolsuzluk haberinin yalanlanmasıyla itibarını yitiren gazeteci Mikael Blomkvist’ten (Daniel Craig) hayatının gizemini çözmesini ister. Yani, 40 yıl önce ortadan kaybolan yeğeni Harriet’ın başına ne geldiğini bulmasını. Henrik, Harriet’ın öldürüldüğüne inanmaktadır. Mikael tıkandığı noktada bir hacker’dan; belalı, içine kapalı tuhaf bir kadın olan Lisbeth Salander’dan (Rooney Mara) yardım ister.
İyi bir romanın, ona yakışan iyi bir uyarlamasının ardından Fincher ayarında bir ismin bu her yönüyle gereksiz uyarlamayla neden uğraştığına anlam vermek çok zor.
Başrole terfi etti
Üç filmi izleyiciyle buluşan “Şrek / Shrek” serisinin sevilen karakterlerinden Çizmeli Kedi, kendisine ayrılmış bir filmle karşımıza çıkıyor. 3D seçeneğiyle vizyona giren “Çizmeli Kedi / Puss in Boots”ta kanun kaçağı durumuna düşen Çizmeli Kedi, büyüdüğü kasabasını terk etmek zorunda kalır. Yıllar sonra çocukluk arkadaşı Humpty Dumpty ve yeni tanıştığı hırsız Kitty Yumuşakpati ile sihirli fasulyeleri çalma ve devin ülkesine ulaşarak altın yumurtlayan kazı bulma macerasına atılır. Üçüncü “Şrek” filminde yönetmen olarak izlediğimiz Chris Miller’ın imzasını taşıyan “Çizmeli Kedi”, Şrek serisinin bol masal referanslı çizgisini sürdüren bir yapım. Ancak gitgide esprileri tükenen serinin kaderini bu film de paylaşıyor.