Korona salgınıyla nasıl baş edeceğimizi, sonrasında hayatımızın nasıl değişeceğini tartışmaya devam ediyoruz. Ekonomiden siyasete, sağlıktan güvenliğe, eğitimden insan ilişkilerine kadar. Sözünü ettiğimiz alanlarda çalışan uzmanlar artık “hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” fikrinde mutabıklar. Gerçekten de tanıklık ettiğimiz gelişmeler, fikirleri, duyguları yeniden biçimlendirecek, insanlara, örgütlere, ülkelere değişim için esin kaynağı ve zorlayıcı bir motivasyon olacak nitelikte. Ne yazık ki söz konusu değişim, fikir ve tecrübeler sadece iyilikler için değil, bir yandan da kötülükler için esin kaynağı olabilir.
Bu bağlamda virüs salgınının yol açtığı sonuçların “kötü niyetlileri” heyecanlandıracak, şuur sahibi olanları ise “endişelendirecek” karakterde olduğu görülebiliyor. Nitekim virüs ve benzerlerinin bir “silah” gibi kullanılması yeni bir fikir değil. Tarihte su kuyularının kirletilmesinden, vebalı cesetlerin mancınıkla düşman kalesine fırlatılmasına, böylece düşmanın savaşma azminin kırılmasını hedefleyen bir dizi “insafsız” tecrübelerimiz var. Örneğin Soğuk Savaş yılları da biyolojik silahların üretilip depolandığı bir dönemdi. Özellikle Sovyetler Birliği ve ABD bu alanda yoğun çalışmalar yaptılar. Kayıtlara geçmiş bazı kazalar, laboratuvarlarda üretilmiş biyolojik ajanların nelere yol açabileceğini gösterdi ve bu ülkeler geri adım attılar. İki ülke, 1972 yılında biyolojik silahların yasaklanması anlaşması imzaladılar ve korkularını nispeten kontrol almak amacıyla stoklardaki biyolojik silahları imha yoluna gittiler.
Bugün tanık olduğumuz korona salgını, söz konusu kararın doğruluğunu teyit ediyor. Devletlerin biyolojik silahlardan neden uzak durduğunu daha iyi anlıyoruz. Ancak küresel düzenin kurallarıyla kendini bağlı saymayan diğer aktörler, terör örgütleri benzer kaygılar takınmayabilirler.
Korona salgınının yol açtığı yerel ve küresel şoke edici gelişmeler teröristlerin “aklına karpuz kabuğu düşürecek” cinsten. Panik, korku, sistemin zayıflıklarını, yeteneksizliklerini, kapasitesini sorgulatır cinsten olaylara neden olması, çaresizlik ve düzeni altüst etme gücü ilham verici olabilir. Nitekim salgın, bireylerin kendilerini dışında tutamadıkları yıkıcı bir ekosistem yaratma yolunda hızla ilerliyor. Ölüm, acı, kayıp ve belirsizlik bu ekosistemin akla getirdiği temel sıfatlar.
Öğrenen örgütler olarak tanımlanan terör örgütlerinin böylesine sarsıcı sonuçları olan bir gelişmeye ilgisiz kalmaları beklenemez. Üstelik canlı bomba, radikalizm ve sosyal medyanın etkisinin arttığı bir dünyadan söz ediyoruz. Öte yandan, Suriye’den Afganistan’a, Yemen’den Irak’a, Libya’dan Somali’ye kadar geniş bir coğrafyada çökmüş devletlerin olduğu bir dünyada işleri de oldukça kolay. Ya da bir türlü disiplin altına girmeyen, “evde oturmaya” dahi ikna edilemeyen, nüfusun yüzde 70’inin şehirlerde tıkış tıkış yaşadığı bir dünyadan söz ediyoruz.
Terörizm ve salgını, biyoterörizmi bir arada düşünmek bile korkutucu. Böyle bir saldırı, 11 Eylül’den daha ağır bir olaydır. Olup biten saldırının ardından hasarın nasıl onarılacağını tasarlayabilirsiniz. Oysa salgın bir süreçtir ve nerede duracağını kestirmek mümkün değildir. Bu nedenle, sonuçları daha yıkıcı olacaktır. Bütün bunlar bir fantezi gibi görünebilir. Ancak terörizm tarihi bize hiçbir ahlaki ve yasal normun bizi tehditlerden koruyamayacağını söylüyor. Önceliğimiz, tehlikenin ve tehdidin farkında olmak ve hızla adapte olarak sorunları aşmak. Elbette ders almaya niyeti olanlar için.