İdlib’de buz dağının görünen kısmını konuşmayı seviyoruz. TSK’nın “çatışmasızlık bölgeleri” inşa edeceğini, ardından da mucizevi bir şekilde barışın geleceğini, her şeyin yoluna gireceğini umut ediyoruz. Oysa önümüzde uzun, yorucu, çoğu zaman can sıkıcı, yavaş ilerleyen, kırılgan, sürprizlerle dolu ve pahalı bir süreç var.
İşler planlandığı gibi gider, Rusya, İran, Esad ve Özgür Suriye Ordusu arasında ateşkes sağlanıp, çatışmalar durma noktasına gelebilirse, taraflar İdlib cephesi için masaya oturacaklar. Kalıcı bir barış için önce anlaşacaklar. İdlib’de hayat normale dönecek. Barışın ilerlemesi için işlevsel mekanizmalar kurulacak. Tahkim edilmiş yeni düzen bölgede kalıcı barışı getirecek.
Yazması kolay olsa da kitap, barışın tek hamlede ve kısa sürede gelmeyeceğini söylüyor. Üstelik tüm bu yapılanlar iç savaşın orta ölçekli bir bölgesi için. Suriye’nin tamamı için daha kat edilecek epey yol var. Sürecin kahramanları Esad rejimi ile iyi “muhalifler” olsa da sahnede “kötü” muhalifler de var. Rusya, İran ve ABD bunları El Kaideci olarak tanımlarken, koşullar Türkiye’yi farklı davranmaya zorluyor. Üstüne üstlük PKK/PYD de tetikte bekliyor.
Türkiye’nin “çatışmasızlık bölgelerine” dair üstlendiği rol, “kötü muhalifler” ve savaşın ortasındaki siviller nedeniyle Rusya ve İran’dan daha farklı, karmaşık ve zor. Eğer, İdlib’in tamamına ÖSO hâkim olsaydı ve TSK, İdlib’in iç çeperlerinde konumlanıp, ÖSO ile Esad rejimi arasında yaşanacak ihlalleri izleyecek “üçüncü göz” olsaydı, işler kolaydı.
Oysa Türkiye, iki milyon insanın yaşadığı, çoğunluğu “kötülerden” oluşan 20-30 bin silahlı militanın faaliyet gösterdiği cebin içinde, çeperlere ilerleyecek ve konumlanacak. Ne var ki sahadaki gerçekler, Astana’da üstlenen sorumluluklar, çatışmasızlık ortamı inşasına paralel olarak Türkiye’nin İdlib’de askeri, siyasi ve sosyal istikrar sağlamasını da gerektiriyor.
İdlib iç savaşın son evresinde varlık mücadelesi veren, ihanete uğradığını düşünen, umutsuz, disiplinsiz, silahlı siyasi unsurların yanı sıra mafyatik yapıların da cirit attığı bir bölge. Bu bölge de istikrar “muhalifler” arasında askeri, siyasi denge kurmakla mümkün. Bazı grupların “terör örgütü” listesinden çıkması gerekiyor. Bu başarılamadığı takdirde, çatışmasızlık bölgelerini tesis sorunlu, müzakereye giden yol ise zorlu olacak demektir.
Bu bağlamda Türkiye’nin üstlendiği “üçüncü göz” rolünün, İdlib ölçeğinde, her an “barışa zorlama” görevine dönüşebileceği ortada. Başka bir ifadeyle, TSK eş zamanlı olarak, askeri güç kullanımı ve/veya “isyancı grup diplomasisi” ile muhalifleri aynı şemsiye altında toplamak zorunda.
Söz konusu barışa zorlama görevi, asimetrik karakterde, müşterek ve birleşik harekât olacak. Kalcı barışa giden yolun, fiziki sınırların muğlak, kuralların belirsiz, hedeflerin değişken, taraflar arası güvensizliğin derin olduğu ilk aşamasından söz ediyoruz.