ABD Başkanı Trump geçen hafta aldığı bir kararla, İran Silahlı Kuvvetleri’nin organik bir parçası olan “İran Devrim Muhafızları’nı” terör örgütü olarak ilan etti. Bu karara tepki gecikmedi. İran’da, ABD’nin Suriye’den Afganistan’a Mısır’dan Suudi Arabistan’a tüm Ortadoğu’dan sorumlu komutanlığını terör örgütü olarak ilan etti. Bu gelişme sadece İran-ABD ilişkilerinde değil, hukuki, siyasi ve güvenlikle ilgili alanda yeni ve ilginç bir tartışma başlatmış oldu.
İran Devrim Muhafızları Komutanlığı, adı üstünde, İslami devrimi içeride ve dışarıda, askeri ve ideolojik olarak savunmaktan, devrim ideolojisini tabana yaymaktan, ruhunu yaşatmaktan sorumlu. Tüm devrimlerde olduğu gibi bu misyona dinamizm kazandıran iki önemli faktör var. Birincisi Şia inancı. Bu inanç sadece İran içinde değil, yurt dışında da İran’ın etkin olmasını sağlayan önemli bir unsur. Diğeri ise, en az onun kadar önemli olan ve söz konusu misyonu etkili bir biçimde canlı tutan açık, gizli, sivil ve askeri organizasyondur. Bu sayının 25 milyon olduğunu ileri sürenler bile var. İran Devrim Muhafızları rejimi savunma rolünü üstlenmiş ve fonksiyonu yerine getirecek tarzda örgütlenmiştir.
Devrimden hemen sonra, devlet
Türkiye ile ABD arasında S-400 füzesi ve buna bağlı F-35 krizi devam ediyor. Taraflar tutumunu değiştirmediği takdirde sorunun çözülmesi pek mümkün görünmüyor. ABD ve bazı ortaklarının temel iddiası bu ikilinin bir arada olması ciddi bir güvenlik sorunu. Başka bir ifadeyle, Rusya, F-35 uçaklarına dair tüm bilgileri S-400 üzerinden ele geçirebilir. Türk tarafı ise hem S-400 füzelerine hem de F-35’lere birlikte sahip olmanın güvenlik açısından bir zafiyet oluşturmayacağı görüşünde.
Rakip devletler, birbirlerinin askeri veya diğer teknik kapasitelerini merak eder, teknolojilerini farklı metotlarla ele geçirmeye, çalmaya çalışır. Bunun için milyarlarca dolar bütçesi, binlerce çalışana sahip istihbarat örgütleri bulundururlar. Hele, elde edilmesi zor ya da nadir bulunan bir uçağı, radarı, füzeyi elde etmek büyük iştir. Bu durum istihbarat dünyasında ayıp ya da centilmenliğe sığmayan bir davranış olarak görülmez. Nitekim yakın tarihe baktığımızda nükleer teknolojinin yanı sıra, uçaklarla da ilgili ilginç örneklerin olduğunu görebiliriz.
Soğuk Savaş, “uçak çalmanın, ele geçirmenin” çok makbul ve popüler olduğu dönemdi. Çünkü düşmana ait bilgiye, ancak ürünün fiziki olarak elde
Türkiye-ABD ilişkileri ciddi bir sınavdan geçiyor. Kriz her geçen gün biraz daha derinleşiyor. Dahası, iki tarafın tutumunu değiştirmemekte ısrarcı olması halinde sorunların yeni bir aşamaya ulaşması ve farklı alanlara sıçraması mümkün. Karşılıklı açıklamaların bu günlerde ardı ardına geliyor olması elbette tesadüf değil. ABD tarafı, seçim sürecinde sessizliğini korumaya ve düşük profilli yol almaya özen gösterdi. Şimdi ise salvolarını yoğunlaştırmaya başladı.
İki ülke arasında çözüm bekleyen sorunların listesi oldukça uzun. Bazıları iyi yönetilmediği takdirde “kalıcı hasarlara” neden olabilecek nitelikte. Listeye bakarsak, FETÖ sorunu hâlâ masada duruyor. Ardından, bu aralar hiç ses çıkmasa da Halkbank davası var. Bunlar doğrudan Türkiye’nin iç politikasıyla ilişkili konular.
Öte yandan, iki tarafın Suriye’den beklentileri asimetrik ve uyumsuz. Mevcut koşullarda ısrar edilmesi halinde uyumlu hale gelmesi de pek mümkün görünmüyor. ABD, Suriye politikasını İsrail’in güvenliği bağlamında İran stratejisinin önemli bir parçası haline getirince sorun daha da karmaşık hale geldi. Bu yaklaşım onun PKK ile iş tutmaya devam edeceğini gösteriyor. Üstelik yaşananların karakteri icabı
Yerel seçim bitti. Tartışmaların bir süre daha devam edeceği açık. Seçime yüklenen anlam iki farklı cephede ele alınabilir. Birincisi, salt yerel yönetimde tercihler ve bunun ülkenin genel cari iç politikasına yansıması. Diğeri ise HDP bağlamında görüldü gibi, yerel yönetim tercihlerinin ötesinde dış gelişmelerle ilişkili boyutu.
Önümüzdeki günler gündem iki konuyla şekillenecek. Birincisi ekonomi. Diğeri ise güvenlik ve dış politika. Dış politikanın odaklanacağı konular, yapısı ve aktörleri gereği iç içe girmiş geniş bir yelpazeden oluşuyor. PKK sorunu gibi. Suriye ve Irak girdabının çekim kuvveti, Türk dış politikasının neredeyse tüm konularını etkilemeye devam ediyor. Özellikle Suriye cephesinde bugüne kadar ötelenen sorunların ne önemi ne de acilliği ortadan kalkmış değil. Önümüzdeki günlerde yine İdlib ve Fırat’ın doğusunu tartışmaya devam edeceğiz. Özellikle de Menbiç ve “güvenli bölge” çerçevesinde.
ABD’nin her türlü desteği verdiği PKK/PYD’nin kontlrolünün devam ettiği DAEŞ’ten temizlenmiş bölgede yaklaşık beş milyon insan yaşıyor. Üstelik bölge su, petrol, doğal gaz ve tarım zengini. Kendisini ayakta tutabilecek büyüklük ve zenginlikte. Dahası, ABD yönetimi 2020
Türkiye, son on yılda, terörle mücadele de teknolojiyi etkin biçimde kullanan ülkelerden birisi haline gelmeyi başardı. Bu başarı sadece araçların üretimini değil insan kaynağını da kapsıyor. Mücadelenin ihtiyaç duyduğu mühendisi, analisti, teknisyeni, pilotu, askeri ve teknik elemanları kendisi yetiştirebiliyor. Bunun ödülünü de terörle mücadelede alıyor. Güvenlik Birimlerine göre, geçen hafta, PKK terör örgütünün bazı üst düzey yetkilileri bu yetenekle etkisiz hale getirildi.
Teröristlerle hükümetler arasında her zaman maliyet asimetrisi vardır. Teröristlerin yaptıkları ucuz bir metot iken, terörizmle mücadele pahalı bir iştir. Sözünü ettiğimiz maliyet sadece maddi konuları, fiziki unsurları kapsamaz. İnsan kaybından, politik tartışmalara, hükümet otoritesinin erozyona uğramasından, sivil halkın güvenliğine kadar bir dizi alanı kapsar. Bu nedenle devletler söz konusu maliyeti düşürecek, terör örgütlerini eylemlerden caydıracak ona hızla cevap verecek, halkın güvenliğini sağlayacak yeni yol ve yöntem arayışlarını sürdürürler. Öte yandan terör örgütleri de benzer arayış içindedir ve hükümetlerin çabalarını boşa çıkarmaya çalışırlar. Her iki taraf için avantaj sağlayan
Birbirinden binlerce kilometre uzakta cereyan eden “dini referanslı” terör saldırıları bir madalyonun iki yüzü olarak karşımıza çıkıyor. Bir yüzünde “dini referanslı” Yeni Zelanda terör saldırısı ve ona verilen tepki var. Diğer yüzündeyse, başta Suriye’de olmak üzere, yine “dini referanslı” DAEŞ terör örgütünün saldırıları ve ona verilen tepki bulunuyor.
Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern terörizme karşı siyasi liderlerin duruşunun nasıl olması gerektiğinin iyi bir örneğini verdi. Terör saldırısının amacının kendi yönetiminin zaaflarının yanı sıra, halkına ve dünyaya korku mesajı, nefret aşılamak olduğu gerçeğinden yola çıkarak tutumunu ortaya koydu. Teröristin çabalarını boşa çıkarmayı, propaganda silahını elinden almayı ve etkisini azaltmayı başardı.
Muhtemelen bu trajediden ders alarak ülkesinin diğer hatalarını, eksikliklerini de giderecektir. Ancak, ister bölgesel, isterse küresel olsun terörizmle mücadelenin tek bir hamleyle kazanılmayacağı açık. Potansiyel teröristler, eleman devşirdikleri radikalleşme sürecine dahil olmuş aşırıcılar daima var olacaktır. Üstelik küreselleşen dünyamızda, sakin bir ada devleti olsanız bile bu konularda bazen çaresiz bazen de yetersiz
ABD, İngiliz ve Fransız askerlerinin eğitim, lojistik, planlama, istihbarat ve ateş desteği sağladığı PKK/PYD, DAEŞ’in kontrol ettiği son bölgeyi de ele geçirdi. Bu, elbette DAEŞ’e dair her şeyin bittiği anlamına gelmiyor. Kontrol ettiği toprakları kaybeden DAEŞ, bölgenin güvenlik, siyasi, sosyal ve ekonomik eko sisteminde kalıcı ve önemli değişiklikler olmadığı sürece kendisini yaşatacak ortamı bulabilecektir. Nitekim Irak’ta, elinde tuttuğu toprakların fiziki kontrolünü kaybetmiş olmasına rağmen, yeni koşullara uyum sağlayarak eylemlerini daha düşük düzeyde de olsa sürdürebiliyor. Aynı tabloyu Suriye’de de görmemiz mümkün. Yerel koşullar DAEŞ’i beslemeye devam edecektir. Bu nedenle, yeni dönemde de Fırat’ın doğusunda güvenlik, ABD ve PKK/PYD’nin öncelikli işi olarak gündemde kalmaya devam edecek.
DAEŞ’in toprak kontrolünü kaybetmesi, PKK/PYD için daha düşük güvenlik maliyeti ve önemli kuvvet tasarrufu demektir. Haliyle tüm bu gelişmeler PKK/PYD için yeni bir aşamaya işaret etmektedir. Bir yandan Suriye’de elde ettiği askeri başarıyı politik kazanıma dönüştürmeye odaklanırken, bir yandan da geliştirdiği askeri kapasitenin kullanımında dönemsel öncelikleri belirleyecektir.
Örgüt,
Geçen hafta, sosyal ve ekonomik sorunlarının çoğunu çözmüş Yeni Zelanda’da kanlı bir terör saldırısına tanıklık ettik. Cuma namazı için toplanan cemaate yapılan saldırıda 49 kişi hayatını kaybetti. Terör eylemi dünyanın çeşitli yerlerinde farklı tartışmalara neden oldu. Dikkat çeken husus, saldırının tanımlanması ve sınıflandırılmasında mutabakatın olmaması ile teröristin yazdığı “manifestosunun” ele alınış biçimiydi.
Terörizm ders kitapları ortak bir terör tanımının olmadığını yazar. Yüzden fazla tanımdan söz edilir. Ancak nereden bakılırsa bakılsın, bu olayın tipik bir terör saldırısı olduğuna şüphe yok. Politik motivasyonla hareket geçen saldırgan, “düşman” gördüğü bir grup masum insanı hedef alarak şiddet uygulamış ve çok sayıda insanı katletmiştir.
Bu hadisede olduğu gibi terör, politik (dini, ekonomik, sosyal) amaçların gerçekleşmesi için kullanılan bir “metottur”. Failin ideolojisinin, kurbanların kimliğinin ve statüsünün hiç önemi yoktur. Kısacası, bu yöntemi kullananlar teröristtir ve Yeni Zelanda saldırısı da tipik bir terörist saldırıdır. Trump’ın dediği gibi, sadece “korkunç bir katliam” değildir.
Batı’nın bazı mahfillerinde ve medyada tereddüt yaratan ikinci husus,