Bu yıl 78.’si gerçekleşecek olan, Hollywood Yabancı Basın Birliğinin düzenlediği Altın Küre Ödüllerinin adayları belli oldu. Her ne kadar bu yıl sinemaya gitmek veya film festivallerine katılmak gibi geleneksel film izleme deneyimlerimiz. Koronavirüs pandemisi sürecinden büyük ölçüde olumsuz etkilense de (Bkz: IMAX kameralarla çekilmiş bir filmi, minnacık bilgisayar ekranlarında izlemek), dijital film ve dizi platformlarının popülerleşmesi sayesinde, bir çok yeni yapım izleyiciyle buluşmayı başardı. Ee su uyur, Hollywood uyumaz, öyle değil mi?
Bu seneki Altın Küre adaylarının listesi, geçtiğimiz gün Sarah Jessica Parker ve Taraji P. Henson tarafından online olarak bağlandıkları bir canlı yayınla açıklandı. Listede ünlü yönetmenler David Fincher (Mank) ve Aaron Sorkin (The Trial of the Chicago 7) gibi üstat isimlerin yer almasına rağmen, bu senenin aday listesindeki en dikkat çekici olay, Altın Küre tarihinde ilk kez sinema ana kategorisinde üç kadın yönetmenin aday olarak gösterilmesi oldu. Regina King (One Night
Ahh 2020! Hepimizin zorunlu evlere tıkıldığı ve boş zamanımızın çoğunu bin bir çeşit ev aktiviteleriyle geçirdiğimiz yıl. Evde kaldığımız sürece en çok yaptığımız aktivitelerin başında doğal olarak film ve dizi izlemek geliyor. Hem içinde bulunduğumuz Kovid gerçekliğinden uzaklaşıp farklı dünyalara dalmamıza hem de evimizin rahatında keyifli vakit geçirmemize olanak veren bu keyifli yapımlar genellikle ya yerli yapımlar, ya da - ve hatta çoğunlukla- Hollywood film ve dizileri. Özellikle dünya çapında Netflix, Amazon gibi online platformların yaygınlaşmasıyla, artık her an dünyanın herhangi bir yerinden yeni bir film elimizin altında olabiliyor. Her ne kadar farklı ülkelerden filmler olsa da izlediğimiz filmlerin çoğu, film ve eğlence sektörünün başında gelen Amerika, nam-ı diğer Hollywood yapımları. Ee adamlar güzel film yapıyor abi! Evet, katılıyorum. Hepimiz en çok bunları seviyoruz ve izliyoruz. Hem Hollywood’un yıllardır tadını yitirmeyen, efsaneleşmiş filmleri, hem de akıllara zarar yaratıcılıkta sinir tanımayan bilim kurgu, fantastik ve bilumum
İngiliz edebiyatının kült romancılarından Jane Austen’ı duymayanınız yoktur herhalde. Eserlerini okumamış dahi olsanız, filmlerinden birini kesin izlemişsinizdir. Hollywood da bu durumun farkında ki, Austen’ın her bir eseri bugüne kadar defalarca TV ve beyaz perdeye uyarlandı. Öyle ki, dönem filmleri denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biri, şüphesiz ki, Pride and Prejudice (Gurur ve Önyargı - veya daha yaygın çevirisiyle Aşk ve Gurur). Austen’in en popüler eseri sayılan Pride and Prejudice’in sadece tek başına yirmiden fazla film ve TV adaptasyonu var. Kadın haklarının ve feminizmin güçlendiği şu sıralar, eserlerinde güçlü kadın karakterlere başkahramanlar olarak yer veren Jane Austen’ın eserlerinin yeni bir uyarlamasının ekranlara gelmeye hazırlanması beklenmedik bir durum değil, ama bence heyecan verici bir haber. Hem de bu sefer, Jane Austen antolojik bir seri ile ekranlara gelmeye hazırlanıyor.
“Modern Austen” adıyla yayınlanacak seri, 1 saat uzunluğundaki altı modern hikaye olarak karşımıza çıkacak ve her sezon Austen’in farklı bir romanını ele
6 sezondur ekranları kasıp kavuran ve dünya çapında milyonlarca izleyicisi olan Game of Thrones`un (Taht Oyunları) en yeni 7. Sezon fragmanı geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Her sene nisan ayında izlediğimiz dizi bu sene neredeyse 3 ay gecikerek temmuz ayında ekranlara gelecek. Dahası her sezon olduğu gibi 10 değil, yalnızca 7 bölümden oluşacak.
Bekleme süresi bu kadar uzadığından dolayı, ben de Game of Thrones`un 7. sezonuna dair “beklediğimize değdi” dediretecek 7 maddeyi sizler için sıraladım.
1- Ufukta Büyük Bir Savaş Gözüküyor. Ve Bir O Kadar da Büyük Ejderhalar…
Yayınlanan son fragmandandaki sahnelere bakarsak, bu sezon bir noktada Cersei için savaşan birlikler, Daenerys ve ordusuyla karşı karşıya gelecek gibi gözüküyor. Daenerys’in daha da büyüyen ejdarhaları ve beyaz atıyla Jamie Lannister, bu kanlı savaşta aktif olarak yerlerini alıyor.
Game of Thrones’un geçmiş sezonlarda hiç şaşmadan çok iyi yaptığı bir şey varsa, o da epik savaş sahnelerinin yer aldığı, bir nevi aksiyon yüklü kısa bir sinema filmi tadındaki bölümlerdir. Geçtiğimiz sezondaki “Battle of Bastards” ya da ikinci sezondaki “Blackwater” bölümleri buna iyi bir örnek göstermek için yeter de artar bile. Hele ki, 7.
Geçtiğimiz haftanın en çok beklenen filmi tartışmasız Disney'in Karayip Korsanları serisinin 5. filmi olan "Salazar'ın Intikamı" (Pirates of the Caribbean: Dead Men Tell No Tale) idi. Ancak film beklentlerimizi karşılayabildi mi? İşte o tartışılır!
Öncelikle, serinin sıkı bir takipçisi olarak, uzun bir süre sonra tekrar Karayip Korsanlarını izlemek benim için çok heyecan verici bir durumdu. Hele ki serinin 4. filmi "Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde" fiyaskosundan sonra bu filmin çok daha iyi olmasını bekliyordum. "Sonuçta Johnny Depp var işin içinde, ne kadar kötü olabilir ki?" dedim ama gerçekten hayal kırıklığı olan bir filmle karşılaştım.
İtiraf etmeliyim, 4. film kadar kötü değildi. En azından 4. filmde büyük eksikliğini hissettiğimiz Will Turner ile Elizabeth Swan, Jack Sparrow'un biricik gemisi Kara İnci, Eski Ingiliz askerleri- yeni korsan tayfaları Mullroy ve Murtogg ikilisi ve haylaz Maymun Jack gibi eski karakterlerin geri dönüşü ile hikayenin karada değil de tekrar açık denizlerde geçiyor olması, filmi bir nebze de olsa kurtarıyor. Fakat, filmde o kadar gereksiz bir şekilde yeni karakterlere yer verilmiş ki bırakın bu saydıklarımı Jack Sparrow bile gölgede kalan bir
Ünlü yönetmen David Lynch`in 1990-1991 yılları arasında yayınlanan kült dizisi Twin Peaks (Türkiye`deki adıyla İKİZ TEPELER) tam 27 yıl aradan sonra 3.sezonuyla ekranlara geri döndü.
Olaylardan tam 25 yıl sonrası. Twin Peaks kasabası sessiz, puslu ve hala gizemli. Şerif Yardımcısı Hawk, Kasabanın eksantrik sakinlerinden sürekli kütüğüyle dolaşan Margaret'tan (The Log Lady) esrarlı bir mesaj alır. FBI Ajanı Cooper hala en son 25 yıl önce bıraktığımız , Lynch’in en ikonik imgelerinden biri olan, fiziksel dünyanın dışında bir boyutu simgelediği Siyah Loca`da (Black Lodge) ya da daha iyi bilinen adıyla Kırmızı Oda'da tutsak durumdayken, yerini alan kötü kopyası katil Bob dış dünyada. Bu sırada, New York`ta bir gökdelen dairesinde genç bir adam, içinde bir ŞEY belirmesi ihtimalinden dolayı gizemli bir cam kutuyu 7/24 izlemekle görevli. South Dakota`da ise polisler korkunç bir cinayetle karşı karşıya gelirler.
“Bu ne yahu?” dediğinizi duyar gibiyim. Kafa karışıklığı çok normal. David Lynch’in tuhaf sürreal dünyasına hoş geldiniz!
Diziyi daha önceden izleyenler ya da Lynch`in filmlerine aşina olanlar çok iyi bilir; Gerek zaman kavramının bulanıklığı gerek olay ve karakterlerin
İstanbul'dan kalkan bir tren... 12 kez bıçaklanarak öldürülmüş bir kurban...Karda mahsur kalmış şüpheliler... Peki, Katil Kim?
Agatha Christie’nin belki de en gizemli ve tüyler ürperten kitabı olan Şark Expresinde Cinayet önümüzdeki kasım ayında tekrar beyaz perdeye geliyor.
Süper kahramanlar ve hayal gücünde sınır tanımayan bilimkurgu filmlerinin hüküm sürdüğü günümüz sinemasında dedektif hikayesi içeren bir dönem filmi fikri pek çekici gözükmese de, film endüstrisinin Poirot`la çok eskilere dayanan bir geçmişi var. İlk kez "Alibi" ile beyazperdede adını duyduğumuz Hercüle Poirot- ki Agatha Christie bu karakteri ilk kitabı "Ölüm Sessiz Geldi" ile dünyaya tanıtmasından sadece 11 yıl sonra- asıl ününe 1974 yılında Yönetmen Sidney Lumett`in çektiği, Başrollerini Albert Finney, Sean Connery ve İngrid Bergman gibi isimlerin paylaştığı "Murder on the Orient Express" ile kavuştu. Son 25 yıldır sinemadan ziyade TV ekranlarında gördüğümüz Hercüle Poirot, 1989- 2013 yılları arası "Agatha Christie's Poirot" dizisiyle 13 sezon İngiliz ekranlarıda yer aldı. Dizinin bitmesinden hemen 1 ay sonra 21st Century Fox Stüdyoları tarafından hakları alınan Murder On the Orient Express, ünlü yapımcılar