1453’te Osmanlı’nın başkenti İstanbul olsa da saray için önemini 19. yüzyıla kadar sürdüren Edirne’de bu tarihin izini sürüyoruz
İstanbul’dan 240 kilometre boyunca su gibi akıp giden yolda bir kente yaklaştığımızın ilk habercisi şehir dışında yükselen çok katlı çirkin binalar oluyor. Neyse ki ilerledikçe beliren Selimiye’nin minareleri yüreğimize umut ve heyecan zerk ediyor. Ve Koca Sinan’ın ustalık eseri tüm haşmetiyle bizi kucakladığında yüzyıllardır kalbinde olduğu Edirne’nin sıcak ve mütebessim yüzü birden ruhumuzu teslim alıyor.
İki günlük hızlandırılmış Edirne maceram İl Kültür ve Turizm Müdürü Kemal Soytürk’ten gelen telefonla başladı. Sıkı bir Milliyet Arkeoloji takipçisi olduğunu ve satırların altını çize çize okuduğunu söyleyen Soytürk, Eski Saray kazısından başladı, Hıdırlık Tabyası’ndan çıktı. Traklar’dan, Selimiye’den, eski kentten, Saros Körfezi’nden devam eden Soytürk’ün Edirne daveti, artık karşı konulamaz bir cazibe kazanmıştı.
Topkapı Sarayı’nın prototipi Eski Saray’da yürütülen kazıyla Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’ne ilişkin iki yazıyı Milliyet Arkeoloji’nin 21 Kasım’da yayımlanacak 8’inci sayısında bulacaksınız.
Edirne’de ilk durağımız doğal olarak İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü. Rehberimizse kentin kültür ve turizminden sorumlu en yetkili kişisi Kemal Soytürk. Üç Şerefeli Cami’nin karşısında Valilik kompleksinin ön kısmındaki müdürlük Deveci Han’da yer alıyor. 15’inci yüzyıl ilk yarısına tarihlenen iki katlı yapı, 1846’dan 1946’ya kadar cezaevi olarak kullanılmış. Daha sonra yüz yıllık olmasa bile yıllar süren bir yalnızlığa mahkum olan yapı görkemli bir geri dönüşle kültür ve sanata hizmet ediyor.
Bünyesindeki atölyelerde Edirnekari ustaları, kentin ruhunu ahşap eserlerine işliyor. Han, yakında sergi, konser gibi etkinliklerle kentin yeni bir cazibe merkezi olacak.
Trakya’nın geneline hakim neşe Edirne insanının da karakteristiği. Kaostan uzak sokaklarında kimsenin güler yüzünü esirgemediği bir düzen var. Ee ne de olsa Avrupa...
Ama 1829’la 1877’deki Rus, 1913’teki Bulgar ve 1920’deki Yunan işgallerinin kentin bilinçaltında ince bir kasvete neden olduğunu hissediyorsunuz.
Sık sık gerçekleşen nehir taşkınları yüzünden bataklık bir bölge olan Edirne, Osmanlı’nın 1361’deki fethinden sonra kalkınmaya, kanaviçe gibi işlenen güzel mimari eserlerle süslendi. Camiler, medreseler, imaretler, köprüler, hamamlar, kervansaraylarla donanan Edirne’deki ‘Eski Saray’da kararlaştırılır belki de İstanbul’un fethi...
İstanbul fethedilir ama Edirne payitaht kalır. 1963’te yayımlanan bir makalesinde Edirne’deki kalan ve kaybolan tüm Osmanlı eserlerinin bir dökümünü yapan Rıfkı Melûl Meriç’e göre, Rumeli’deki savaşların harekat merkezi olan bu ikinci payitaht, ilk Rus istilasına kadar tüm mimari abidelerini muhafaza etti. 1829’da başlayan yıkım, peş peşe istilalar, yangınlar, depremlerle sürdü.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında bazı yapıları cephaneliğe çevrilen Eski Saray’ı, cephane düşman eline geçmesin diye kendi elimizle patlatmamız tarihte acı bir hatıradır mesela. Neyse ki kalan eserler de tarihseverlerin ruhunu doyurmaya yetecek kadar çok.
Eski Saray’dan sonra ikinci durağımız 1488’de inşa edilen Sultan II. Bayezid Külliyesi. Külliye bünyesindeki Sağlık Müzesi Müdürü Ruhi Pehlivancık başlıyor anlatmaya. Halkın II. Bayezid’den darüşşifa (hastane) talep etmesiyle hayat bulan külliyede imaret, medrese, tabhane, hamam, köprü, bedesten, sıbyan mektebi de bulunuyor. Yüzyıllar boyunca her din ve milletten insanlara hizmet veren külliye, bugün bir müze olarak binlerce kişiyi ağırlarken imaret işlevini de yerine getiriyor.
İmarette bugün günde en az yüz bazı günler bin ihtiyaç sahibi besleniyor. Tencereler Edirnelilerin günlük erzak yardımlarıyla doluyor. Gönül Özkan’ın lezzetli ellerine Özkan gibi ilk kez kamusal alanda görev alan kadınlar eşlik ediyor.
Külliye’nin en meşhur yapısı Darüşşifa. Darüşşifa ilk kurulduğunda 2 hekim, 2 cerrah ve 2 kehhalden (göz hekimi) oluşan kadrosuyla tam teşekküllü ve yataklı bir hastaneydi. Darüşşifada musiki, su sesi, meşguliyet tedavisi ve güzel koku gibi tamamlayıcı tıp yöntemleriyle hastaların akıl ve ruh sağlığını da göz önünde bulunduran bir tedavi anlayışı hakimdi.
Başarılı canlandırmalarıyla Sağlık Müzesi’ne dönüştürülen darüşşifa yalnızca Edirne’nin değil Türkiye’nin de özel kültür duraklarından.
Osmanlı, inanç, lezzet, arkeoloji, Balkan Savaşları, hatta deniz, kum ve güneş... Hepsi ve daha birçoğuna ilişkin onlarca rota potansiyeli var Edirne’de.
Kentte Avrupa’nın ikinci büyük sinagogu da bulunuyor. II. Abdülhamid’in emriyle inşa edilen bin 200 kişi kapasiteli Büyük Sinagog, Yahudi cemaat göç edince 1983’te terk ediliyor. Yıllarca harap vaziyette duran sinagog, büyük bir restorasyonun ardından 2015’te yeniden ibadete açıldı. Sinagog bünyesindeki yapılarda Edirnekari atölyeleri de var.
Dünyanın genelinde böyledir, sınır kentleri sanayi yatırımlarından muaf tutulur. Bu “Ne olur, ne olmaz” yaklaşımı doğa ve tarih harikası kente göçü de önlemiş. Oysa ben Karaağaç’ın şirin sokaklarını güneşli bir sabah gezinirken “Burada ne güzel yaşanır” diye düşündüm. Türkiye’nin Meriç’in batısındaki tek toprağı Karağaç, Lozan Antlaşması’nda Yunanistan’dan savaş tazminatı olarak alınıp Türkiye sınırlarına dahil oldu.
Şirin yapılarla bezeli sınır kasabasına sıra dışı bir sükunet hakim. 4 kilometre ötedeki Edirne merkez Karağaç yanında metropol kalıyor. Mecidiye Köprüsü Edirne’yi Karaağaç’a bağlayan tarihi bir gerdanlık. Kasabanın Meriç kıyısına planlanan parklar, yürüyüş, koşu, bisiklet parkurları Edirnelileri dinç tutmaya hazırlanıyor.
Selimiye neden Edirne’de?
Yazdıklarım daha bu sayfaya sığdıramadıklarımın teminatı. Ancak bu yazıda Edirne’nin tartışmasız tek hakimi Selimiye Camii’ne birkaç satır da olsa değinmemek haksızlık olur. Mimari ve estetik açıdan değerlendirmek haddime değil.
Mimar Sinan’ın Ayasofya’ya meydan okuması Selimiye, Osmanlı selatin camilerinin en görkemlisi olarak görülür. Kent üzerindeki etkisi Edirne’nin her köşesinden hissedilen Selimiye’nin başkent İstanbul yerine neden Edirne’de yapıldığı hep merak edilmiştir.
Doğan Kuban bu sorunun olası yanıtlarını şöyle açıklar: “Kanuni 1548’de İran seferine çıkarken oğlu II. Selim’i ‘tahtın korunması’ için Edirne’de bırakmıştır. II. Selim’in tahta çıktıktan sonra da sık sık Edirne’ye gittiğini biliyoruz. Tahta cülûsunda bir kez Belgrad’a gitmesinin dışında, II. Selim Avrupa topraklarında savaşa gitmeyen ilk padişah olarak Edirne’nin batısına geçmemiştir. Bu durum, Edirne’ye simgesel bir sınır taşı imgesi kazandırmış olabilir. Fakat caminin Edirne’de yapılmış olmasının bir nedeni de İstanbul’da uygun arsa bulunmaması olabilir. İstanbul’un siluetine egemen olan en yüksek noktalar kendinden önce yaptırılan camilerle doluydu.”
Edirne’nin Osmanlı’nın büyük önem verdiği Rumeli’nin kapısı ve imparatorluğun ikinci payitahtı olması, Selimiye’nin neden bu kente inşa edilmiş olabileceğini açıklayabilecek diğer görüşler.