ÂUÄŸur Mumcu AraÅŸtırmacı Gazetecilik Vakfı'nın Ankara'daki yeni merkezi önceki gün törenle açıldı. Genel Müdür Ercüment Ulay yaptığı konuÅŸmada, "Kamu yararına vakıf kararnamesi" ve "Bina edinme projesi"nde imzaları olan Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit'e teÅŸekkür etti. Vakıf BaÅŸkanı Güldal Mumcu ise yaptığı konuÅŸmada, aydınlık insanların duygularına tercüman olarak ÅŸunları söyledi:
      "Sevgili Konuklar,
      Hepinize merhaba, hoş geldiniz.
      Bu vakıf değerli bir insanın, öğrendiği gerçekleri ne pahasına olursa olsun sizlerle paylaşan bir gazetecinin öldürülmesinden sonra O'nun anısını yaşatmak için kuruldu.
      O'nun öldürülmesinin üzerinden 5.5 yılı aşkın zaman akıp geçti.
      O günden bugüne 6 kez siyasi iktidar değişti.
      Ama tek şey değişmedi.
     ÂUÄŸur'un kanının yerde kalmayacağı; cinayeti iÅŸleyenlerin muhakkak adalete teslim edileceÄŸi konusunda verilen namus sözü...
      O söz hep ortada kaldı.
      İşte o hiç değişmedi.
      Değişen bu kadar iktidara rağmen ben hala, ortada bırakılan namus sözünün bir gün, bırakıldığı o yerden alınıp yerine getirileceğini düşünüyorum.
      Ama siyasi iktidarlarca verilen sözlerin yerine getirilmesi konusunda geçmişi pek parlak olmayan ülkemizde nasıl böyle düşünebildiğime şaşıyorlar.
      Böyle düşünüyorum, çünkü tarafsız devletin var olduğuna inanıyorum. Çetelerin ve bağlantılı terör örgütlerinin tarafsız devletten daha güçlü olduğuna, Türkiye Cumhuriyeti'nin 75 yılda onlara teslim olduğuna inanmak istemiyorum.
      Temiz ve demokratik bir ülke istiyorum, hukuk devleti istiyorum ve artık; Türkiye Cumhuriyeti'nde verilen sözlerin yerine getirilmesini, sözlerin pul olmaktan çıkarılıp, "namus" ekinden de arındırılıp, siyasi iktidarlarca sadece "söz" olarak verilip uygulanmasını hem kendi adıma hem de izin verirseniz sizler adına istiyorum.
      Acıyı bal eylerken bizi yalnız bırakmadığınız için, isyanımızı dirence dönüştüren bu vakfı oluştururken bizi kucakladığınız için hepinize sevgilerimizi sunuyor ve teşekkür ediyorum."
      ANAP Çanakkale milletvekili Hikmet Aydın Açık Pencere'ye ilginç bir olay naklediyor:
     Â- Geçenlerde büromda oturuyorum, telefonum çaldı. Arayan Tarım Bakanı Mustafa TaÅŸar. Birkaç gün sonra Almanya'ya resmi bir gezi yapacakmış, beni de yanında görmek istiyormuÅŸ. Yıllarca Almanya'da yaÅŸamış, dolayısıyla bu ülkeyi yakından tanıyan biri olduÄŸum için ricasını yadırgamadım. Ancak hemen ÅŸunu söyledim. Bu geziye bir tek koÅŸulla katılırım, daveti bizzat BaÅŸbakan yapacak. Hemen ardından BaÅŸbakan arayıp TaÅŸar'a eÅŸlik etmemi rica edince kabul ettim. Birgün sonra bir zarf içinde uçak biletim geldi. Baktım, bilet THY'ndan deÄŸil, özel bir ÅŸirketten alınmış. Åžirketi arayarak bu iÅŸin komisyonculuÄŸundan yüzde kaç oranında pay aldıklarını sordum. Yüzde 15 gibi bir rakam söylediler. Oysa bilet doÄŸrudan THY'ndan alınsa, bu para devlete kalacak. Amaç birtakım ÅŸirketlere kıyak çekmek gibi geldi bana... O an kararımı verdim; geziye gitmekten vazgeçtim, bileti geldiÄŸi yere iade ettim...
     ÂBunları anlatan Hikmet Aydın'a düşen bir görev var... Meseleyi burada bırakmamak ve TBMM'nin seyahat harcamalarını soruÅŸturmak... Bakalım altında baÅŸka birÅŸey var mı, yok mu?..
      Ömrünün baharında o gepegenç tertemiz yüzlü öğretmeni; Serpil Yeşilyurt'u 16 - 17 yaşlarında dört sapık gencin tecavüz ettikten sonra öldürdükleri ortaya çıktı. Öldürmekle yetinmeyip bıçakla gözlerini de oymuşlar.
      Değerli meslektaşımız Güngör Mengi dün sütununda sözü "Gelin de bunları idam etmeyin"e getirmişti. Bu canavarlık karşısında bu tepkiyi duymamak imkansız. Ancak... bu canavarları yetiştiren ortamı da yargılamak, sorgulamak zorundayız.
      İstanbul'un yüzde 60'ı varoşlarda yaşıyor. Bu aileler ayda 20 - 30 milyon gibi paralarla geçiniyor. Büyük bölümü işsiz. Çocukların parkı yok, oyun alanı yok, sineması - tiyatrosu yok, kitabı yok, okulu yok...
      Hepsinden önemlisi..
      Geleceğe ilişkin umutları yok... Televizyonlarda, gazetelerde vergisiz yaşamın ürünü olan besili, dolgun vücutlu kadınları, kızları, çapkın delikanlıları izliyorlar. Su gibi para harcayanları görüyorlar. Yanıbaşlarında yaşanan bol paralı yaşamlara duydukları özlem bazılarında hınca, kine, düşmanlığa, ruhsal hastalığa dönüşüyor. Birden vahşet olarak karşımıza çıkıyor. Bu kesimlerle ilgili ne sosyolojik araştırma var, ne bir rehabilitasyon programı, ne onların gelecekleriyle ilgilenen kimse... Siyasetçilerin ilgisi 4 yılda bir gelip oy istemenin ötesine geçmiyor. Lafa gelince bunlar da bizim insanlarımız. Ama kimse hatırlarını sormuyor. Kentte yanyana yaşayan gelir gruplarının arasındaki uçurum giderek büyürken altta kalan çoğunluğun sesi ne medyaya, ne Meclis'e yansıyor. O çoğunluğu görmezden gelmek herkesin daha kolayına geliyor ama... Görmezden gelmek kentleri çevreleyen hastalığın büyümesini önlemiyor. Bırakalım bugünkü bireysel olayları bir yana... Oralarda yetişen genç insanların yarınlarda kentlerin çoğunluğunu oluşturacağını düşünelim... Çocuk yaşta hayata yabancılaştırılan bu insanların ülkeye katkısı ne olur? Toplum sağlığı ne hale gelir? Nasıl bir insan topluluğu oluşur?
      Varoşlara atılmış, toplumdan dışlanmış kitlelerin içinden vahşet fışkırınca şaşırmanın ötesinde... Dertlerine, sıkıntılarına kulak vermek, ilgilenmek, yaşam standartlarını iyileştirmek, kentle bütünleştirmek gerekiyor.
      POAŞ'ı satın alan ortakların (İş Bankası, Bayındır Holding, Park Holding ve PÜİS) parayı denkleştirmekte zorlandıkları söyleniyor. Ömer Seyfettin'in "Düşünme Zamanı" diye bir öyküsü vardır. Bir meteliksiz diğer meteliksizi yemeğe davet eder. Lokantada karınlarını tıka basa doyururlar. Hesap geldiğinde daveti yapan ötekine: "Açken düşünmek zordu" der, "Şimdi parayı nereden bulacağımızı daha iyi düşünürüz..." O öyküyü anımsadık.
Yazara E-Posta: M.Asik@milliyet.com.tr