Geçen hafta kaybettiğimiz Hıfzı Topuz’un “Gülümseyen Anılar” kitabından bir sayfa…
Ünlü romancı Esat Mahmut Karakurt, Galatasaray Lisesi’nde öğretmenliğe başlayacaktır. Henüz 27 yaşında toy bir delikanlıdır. Derse girmeden önce Prof. Macit Arda çeker onu bir kenara:
- Sen nasıl tutunacaksın burada, der, memleketin en ünlü ailelerinin çocukları burada, sen gençsin…
Ve bir fikir verir:
- Derse girince miskin bir çocuk bul, ona çıkış, sınıfa gözdağı ver, belki disiplini sağlar tutunursun…
Karakurt denileni yapar.. İlk derste miskin bir çocuğu tahtaya çağırır. İnadına zor bir soru sorar:
“Derunundan çıkan ahı, beeyr’in başına koysam?”
Bunun anlamı nedir? Çocuk şaşırır…
- Beeyr ne demek öğretmenim, diye sorar. Hoca öfkeli:
- Devenin adını nasıl bilmezsin? Nasıl oturuyorsun burada? Senin işgal ettiğin bu yere oturabilmek için memleket çocukları birbirini yiyor…
Delikanlının suskunluğundan istifade biraz daha bastırır:
- İsmin ne senin mendebur herif?
- Mustafa Kemal…
Karakurt biraz yutkunur gibi olur, sorulara devam:
- Kim koymuş sana bu ismi?
- Mustafa Kemal Paşa efendim..
Hoca mosmor... Çocuk anlatır:
- Ben Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas’ın oğluyum. Çanakkale’de babamla harp ediyorlarmış. Benim doğum haberim gelmiş. Mustafa Kemal Paşa, “adını ben koyuyorum Mustafa Kemal olsun” demiş…
Öğretmen süklüm püklüm tabii…
Kurtuluş günü
İstanbul’un işgalden kurtuluşunun 100. yılını kutluyoruz.. Osmanlı’nın başkenti, Mondros mütarekesinin ardından 13 Kasım 1918’de işgal edildi. Tam 4 yıl 10 ay işgal altında kaldı. Kurtuluş savaşı kazanıldıktan sonra 6 Ekim 1923’te Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girdi ve şehir kurtuldu.
İşgal yıllarında kentte İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan bayrakları dalgalandı. Azınlıklar, özellikle Rum ve Ermeniler, Türk komşularını unutup işgalcileri alkışladılar. Buna rağmen işgalden sonra bir intikam hareketi gözlenmedi. Türkler ve azınlıklar, araya bir güvensizlik girse de eskisi gibi birlikte yaşamaya devam ettiler. Padişah Vahdettin telaşa kapılıp kaçmıştı. Eğer kaçmasa veya tarafsız bir ülkeye kaçsa hanedan onurunu bir ölçüde de olsa koruyabilecekti. Ama o düşmana yani İngilizlere sığınarak bu fırsatı kaçırdı.
Çaylar
İşadamı Ahmet Gülen anlatmıştı.
Almanya’dan gelen işadamı heyeti Çalışma Bakanını ziyaret ediyor.
Bakanın ne içersiniz sorusuna heyet “çay” diyor.
Bakan odacıyı çağırıyor:
- Oğlum beylere birer çay getir,
diyor ve odacı kapıdan çıkarken ekliyor:
- Tazeyse bana da getir..
Servet
Bir internet sitesi ayıp etti, benim servet sahibi olduğumu yazdı.
İçinde oturduğum konut dışında malım, mülküm, yazlığım, otomobilim, hisse senedim vs. olduğunu ispat edene tamamını bağışlayacağımı bildirir… Sadece gazete geliri ve emekli aylığı ile geçindiğimi mahcubiyetle beyan ederim.
Çizme
Magazin sayfasında gördük… Kadın güzel, adam yakışıklı.. Görünüşte mutlu bir çift. Ama boşanıyorlarmış.
Boşanmayı erkek istemiş. Nedeni merak ediliyormuş.
Aklımıza bir fıkra olay geliyor. Bir generalin çok güzel bir karısı varmış. Çevrede herkes hayranmış kadına. Ama general ile karısı boşanma kararı almışlar. Bir arkadaşı generale sormuş:
- Eşiniz çok güzel bir hanımefendi neden ayrılıyorsunuz?
General siyah parlak çizmelerini göstermiş:
Çizmelerim de dışardan bakınca güzel değil mi?
- Evet…
- Ama sıkıyor…
Üstat
Günümüzde iki lakap çok moda…
Biri “hocam” diğeri “Üstat”..
Bunlar hoşa giden lakaplar..
Pek inandırıcı olmasa bile muhatabını onurlandırıyor, gururlandırıyor..
Mimar Doğan Hasol’un “Mimarlar Dik Durur” adlı kitabında hoş bir anı yer alıyor.
Mimar Fatin Uran, Ankara’da bir proje işini görüşmek üzere bir devlet dairesine gitmiş. Kendisini dairenin başındaki müdür, “Buyur” hitabıyla karşılamış; yer göstermiş. Ve hatır sorarken de yine hep “Üstat“ diye hitap etmiş.
Fatin Uran bu karşılama ve hitap biçiminden çok memnun kalmış ve gördüğü saygıyı mesleği mimarlığa gösterilen saygıya bağlamış.
Sıra çay - kahve ikramına gelmiş:
“Ne içersiniz ?”
Az şekerli kahve cevabını alan müdür zile basmış, içeri giren hademeye:
“ Üstat bize az şekerli iki kahve getiriver” demiş.