Dostların gönderdiği bir kuzguncuk fotoğrafını görünce aklıma geleni yazmak istedim...
Bir gün televizyon izlerken ekranda Londra şehri göründü... Eşim ekrandaki fotoğrafı görünce sordu:
- Sen Londra’da mı yaşamak isterdin Paris’te mi?
Sahi ben nerede yaşamak isterdim?
Avrupa’da görmediğim az şehir kaldı... Düşündüm taşındım... Hepsini aklımdan geçirdim. Sonunda kararımı açıkladım:
- Ben Kuzguncuk’ta yaşamak isterdim...
- E gidip orada yaşayalım, dedi eşim... Vaktimiz de vardı. Ertesi gün Kuzguncuk’a gidip dolaştık. Dekoru ve grafiği harikaydı. Ahşap evler şahaneydi. Adeta eski İstanbul’daydık. Özellikle Bostan’a bakan ahşap evler çekti ilgimizi. Soruşturduk. Fiyatları nedir, kiraları ne kadardır... Aklımıza yatmaya başladı. En azından bir daire kiralayabilirdik. Bir kafeye oturup kahvelerimizi yudumladık. Hava kararmaya başladı. El ayak çekildi. Ana cadde ve sokaklar ıssızlaştı. Caddeden vasıta geçmez oldu. Ortaya bir yalnızlık çöktü. Bize de bir gariplik duygusu yerleşti. Alışmışız Moda’da caddeden hiç eksik olmayan trafiğe, gelip geçen insanlara, kafelerin lokantaların ışıklarına... Ve maalesef araç gürültüsüne... İnsanlar önünüzden geçer durur... Siz onların nerelere gittiklerini merak edersiniz... Hayalleriniz onlarla birlikte bir yerlere gider. O yerler aslında görmek istediğiniz yerlerdir. Size ilham verir gelip geçen o tanımadığınız kadınlar, adamlar, çocuklar, gençler, yaşlılar, kebapçı motorları, çöp toplayıcılar...
Kuzguncuk’ta; o güzelim mekânda biraz daha oturunca sessizlik kulağımıza adeta basınç yapmaya başladı. Eve döndük. Anladık ki... Biz yaşadığımız semtimizle bütünleşmişiz. Sessizliğin ve ıssızlığın yabancısı olmuşuz. Yine anladık ki, evimizden uzaklaşınca kendimizi şehirde kaybolmuş hissedeceğiz. Sessiz ve tenha semtlere özlem sadece nostaljik bir duygu... Biz yaşadığımız yerin yerlisi olmuşuz...
Artık başka yerde yaşamayı düşünmüyoruz doğrusu...
Resimlerde görülen güzel evlerin, hoş bahçelerin bizi mutlu edeceğini sanmıyoruz...
Yerinden yurdundan olan, evlerini mecburen terk eden insanların acılarını biraz olsun anlıyoruz.
GAZETECİ
10 Ocak’ın “Çalışan Gazeteciler Günü” olarak kutlanması kimi okurların garibine gitmiş. Soruyorlar:
- Neden sadece çalışan gazeteciler? İşsiz gazeteciler, emekli gazeteciler, hapisteki gazeteciler vb. neden bugünün kapsamına girmiyor?
Haklılar ancak bugünün özel bir anlamı var...
10 Ocak 1961, basın çalışanlarına mesleki haklar ve hukuki güvenceler sağlayan “212 Sayılı Kanun” un Resmî Gazete’de yayımlandığı gündür. Bazı patronlar bu yasayı protesto ederek gazetelerini 3 gün kapatacaklarını bildirmiş, gazeteciler de karşılık olarak “Basın” adlı bir gazeteye çıkarmaya başlamıştır. Sonuçta mücadeleyi gazeteciler kazanmış, 10 Ocak’a bu yüzden “10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü...” adı verilmiş...
Aslında sadece “Gazeteciler Günü” olarak anılsa daha iyi olacak.
“Mesleğin ilke ve gereklerine saygılı Gazeteciler Günü” olarak kutlanması da düşünülebilir...
SOYUT FIKRA
Askerlik çağı geldiği halde şubeye gitmeyen genç adamı zaptiyeler yakalayıp şubeye götürmüş. Önüne askerlik formunu koymuşlar. Bakmış bakmış:
- Bu o değil, diyerek yırtıp atmış.
Emri aldığına ilişkin kâğıdı imzala, demişler. Bakmış bakmış:
- Bu o değil, demiş yırtmış...
Neyi gösterseler yırtıp atıyormuş.
Muayene için hastaneye götürmüşler. Sevk kağıdını imzala demişler. Bakmış bakmış:
- Bu o değil, demiş yırtmış.
Kâğıdı imzalamadığına ilişkin kâğıt imzalamasını istemişler:
- Bu o değil, demiş yırtmış...
Sonunda deli olduğuna hükmedip ‘askerliğe elverişsizdir’ raporu vermişler. Başhekim raporu imzaladıktan sonra bizimkine uzatmış. Bizimki bakmış bakmış:
- Hah işte bu o, demiş...