Ankara büromuzun kıdemli foto muhabiri Mustafa İstemi arkadaşımız geçtiğimiz cuma günü bir iş için Garanti Bankası'nın Çankaya Şubesi'ne gitti. Kapının yanındaki sıra makinesinin düğmesine bastı, sıra numarasını gösteren fişini aldı. Boş koltuklardan birine oturdu, arada bir ışıklı ekrana bakarak sıranın kendi numarasına gelmesini beklemeye başladı. Bu arada, kapıdan her giren yeni müşteri aynı şeyi yapıyordu. Tam bu sırada, ilginç bir olay arkadaşımızın dikkatini çekti. Ekranda, sırayla gitmesi beklenen numaralar zaman zaman atlamaya, önceki numaraların yerini sonraki numaralar almaya başladı. Aynı olayın birkaç kez olduğunu, kendisinden sonra gelen bazı müşterilerin kendisinin önüne geçtiğini gören arkadaşımız sonunda dayanamadı, bankolardan birine giderek görevli memura sordu:
      -Numaralar niçin sırayla gitmiyor acaba? Bakın, benden sonra gelen kaç müşteri işini bitirip gitti, ben ise hala bekliyorum.
      Memurun arkadaşımıza verdiği yanıt inanılacak gibi değildi:
      -Onlar bizim özel müşterilerimizdir efendim. O yüzden kendilerine öncelik tanıyoruz!
      Özel değil, "genel müşteri" olduğunu bu açıklamayla öğrenen arkadaşımızın bu durumda yapabileceği tek şey vardı; Elindeki fişi yırtıp atmak, sonra da kapıyı çarpıp bankayı terketmek. O da onu yaptı.
      -İstediğiniz 30 bilet çok fazla efendim, bu kadar veremeyiz.
      - Demek öyle? O zaman ben de daha fazlasını isteyeceğim, bakalım o zaman ne yapacaksınız.
      Yukardaki tartışma Futbol Federasyonu Başkanı Haluk Ulusoy ile Bursa Valisi Orhan Taşanlar arasında geçiyor. Vali Bey dostları için 30 bilet almış ama yetmemiş, fazlasını istiyor. Vali Bey'den bilet isteyenler kuşkusuz varlıklı kişiler. Bileti parayla sağlayabilirler. Ayrıca... Para verip bilet almak için saatlerce kuyrukta bekleyenler kim? Onlar vatandaş değil mi?
      Yılların gazetecisi Özer Öztep ağabeyimiz "muhabbetçi" kekemelerin en ünlülerindendir. "Gerçek Bir Kekemeden Kekemelik Öyküleri" başlığıyla Aksoy Yayıncılık'tan çıkan anı kitabını bir solukta okuduk... İki ilginç anekdot aktaralım:
      1950'li yıllar... Başbakan Menderes'in teşvikiyle İstanbul'da imar faaliyetlerine hız verilmiş. Eski binalar yıkılıp yol açılıyor. O ara bu çalışmalarla ilgili kimi yolsuzluk iddiaları gündeme gelmiş. Özer Öztep Dünya gazetesinde muhabir o dönem... İddiaları inceleyip haber yapıyor. Vatan gazetesinde de Güner Samlı yapıyor benzer bir haberi... Sonrasını Özer ağabeyin kaleminden takip edelim:
      ...İstanbul Valiliği ile bazı firmalar, hem gazeteyi, hem de benimle birlikte Güner Namlı'yı mahkemeye verdiler. İşin garibine bakınız ki, Güner Namlı da kekeme... İfadelerimizi bizzat İstanbul Cumhuriyet Savcısı Hicabi Dinç alıyor. İfadelerimizin alınacağı gün gazeteci arkadaşlarımız savcılığın önünde bekleşiyor, ertesi gün de şöyle haberler yazıyorlar:
     Â"Ä°stanbul'un imarında yolsuzluk iddialarını yazan gazetecilerden Özer Öztep ifade vermek için saat 09.15'te girdiÄŸi savcının yanından 13.17'de çıktı. DiÄŸer sanık gazeteci Güner Samlı da 14.00'ten 18.00'e kadar ifade verdi. Her ikisi de KEKEME olan gazetecilerin ifadelerinin alınmasına yarın da devam edilecek..."
      Bir anı da 1980 öncesinden...
      Silahlı soygunların, haraç alımlarının vs. yoğun olduğu günler. Özer Öztep Beyoğlu'ndaki Rebul Eczanesi'nden lavanta çiçeği kolonyası almaya niyetleniyor. Eczaneye giriyor. Fakat bir türlü "lavanta" diyemiyor.
     Â- Avanta ver bana yavrum, diyebiliyor.
      Tezgahtar ve müşteriler hayretle birbirlerine bakıyor. Özer Öztep güçlükle devam ediyor:
     Â- OÄŸlum AVANTA ver bana. Başına da L harfi ekle... Kekemeyim de...
      Genelkurmay'ın bu yılın başlarında düzenlediği askeri okullar gezisinde, biz yaklaşık 40 gazeteciye, geleceğin subayları tanıtıldı. Onların sorgulayan, analitik düşünen, sentezci bir kafa yapısına sahip kişiler olarak yetiştirildiği anlatıldı. Elbet sorduk:
     Â- Bu subay tipi "emir demiri keser" mantığıyla çalışan bir kuruma ters düşmez mi?
      Gülerek dediler ki:
     Â- Emir demiri keser dönemi çok geride kaldı. Günümüzün komutanı artık önemli bir karar verirken bütün astlarına danışıyor. TeÄŸmeninden yarbayına, albayından generaline kadar herkes özgürce bu kararı tartışıyor. Ä°tirazlarını ve eleÅŸtirilerini özgürce yapıyor. Son kararı bu tartışmalar ışığında komutan veriyor. Ve ondan sonra herkes tam itaatle komutanın emrini uyguluyor.
      Bu sözleri neden mi anımsadık. Suriye konusunda politikacısı ve medyasıyla sivil kesimin gözü kapalı savaş çığırtkanlığına soyunduğunu görünce...
      Eğer bir tartışma ortamı açılsaydı.. Sanırız Ordu, TBMM ve Hükümet'in daha rahat ve soğukkanlı karar almasına yardımcı olunurdu. Şimdi varılan "Önce diploması sonra savaş" noktasına daha önce varmamız mümkün olurdu.
      ***
      Başbakan Mesut Yılmaz'a Budapeşte'de düzenlenen saldırıda MİT eski mensubu Mehmet Eymür'ün parmağının bulunduğu gazetelerin birinci sayfalarında yer alan röportajlarda iddia ediliyor. Kamuoyu bu konunun doğruluğunu, Mehmet Eymür'ün bu iddiaya vereceği yanıtı merak ediyor. Mehmet Eymür tanık olarak yumruk davasının görüldüğü mahkemeye davet ediliyor. Fakat MİT Müsteşarlığı, Eymür'ün tanıklık yapmasına izin vermiyor. MİT Başbakana bağlı bir kuruluş. Başbakan kendisine saldırı olayının aydınlanmasına yardımcı olacak böyle bir tanıklığa neden izin vermez? Yoksa MİT Müsteşarlığı bu kararı Başbakan'a danışmadan mı almıştır? Bir vatandaş olarak merak etmez misiniz?
      ***
      Fenerbahçeli Mustafa'nın Alman milli takımında oynaması mesele oldu. Neredeyse bu genç adamı ihanetle suçlayacaklar. Bir muhabir soruyor:
      - Milli marş çalınırken ne hissedeceksiniz?
     Â- Formamı fırlatıp Türk milli takımına iltihak edeceÄŸim, demesini bekliyor Mustafa'nın adeta... Mustafa "Bu bir savaÅŸ deÄŸil futbol maçı" diyerek muhabire izan dersi veriyor... Öte yandan Almanya'da doÄŸup büyümüş, Almanlar tarafından yetiÅŸtirilmiÅŸ Berkant'ın ümit milli maçında Almanya'ya gol atmasını doÄŸal buluyor (doÄŸal elbet) çılgınca alkışlıyoruz. Nalıncı keseri gibi düşünmek nedense hep kolayımıza geliyor?
Yazara E-Posta: M.Asik@milliyet.com.tr