Melih Aşık

Melih Aşık

m.asik@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

       Güneydoğu'dan kimi zaman umutlu haberler geliyor. Örneğin Diyarbakır Valisi Nafiz Kayalı, Emin Çölaşan'a yazdığı mektupta şöyle diyor:
     Â"Diyarbakır artık gecesi gündüzüyle huzuru yakalamış, terör olayları hiç denecek kadar marjinal hale getirilmiÅŸ, ilin ÅŸehir ve kırsal alanındaki toplam günlük olay sayısı 15'in altına çekilmiÅŸtir.
       Güneydoğu'da yerleşim alanlarında geçmişle oranlanmayacak ölçüde hissedilir bir sükunet ortamı var. Ancak kırsal alanda çatışmalar sürüyor. Daha geçen hafta 15 erimiz bir baskında şehit düştü. 10 erimiz kaçırıldı. Baskınlar Karadeniz'e kayıyor.
       Demek ki herşey bitmedi. Daha alınacak çok yol var.
       Birincisi... Ankara'daki yetkililer Güneydoğu'ya siyasi ve ekonomik iyileşmeler götürmekten söz açıldığı zaman "Önce terör bitmeli" kaydını koymaktaydı.
       Yerleşim merkezlerinde terör durulduğuna göre o sözü edilen vaatlerin gerçekleştirilmesi yönünde çaba gösteriliyor mu?
       CHP içinde hazırlanan ve halen tartışılan Kürt Raporu'nda "Kürtçe yayın, ad ve soyadı serbestisi sağlanmalı", "ilkokulda seçmeli ders olarak Kürtçe okutulmalı", "Özel TV yayınlarına serbestlik sağlanmalı" gibi maddeler yer alıyor. Bu konular neden iktidar katlarında ve Milli Güvenlik Kurulu'nda tartışılmıyor. Neden bugünkü uygun ortam bölge halkını kazanma seferberliğine dönüştürülmüyor?..
       Ve neden hala Kürtlerin teröre bulaşmayan unsurları baskı altında tutuluyor ve neden bu şekilde devlet kendi kendini sürekli PKK ile karşı karşıya bırakıyor?
       Güneydoğu sorunu kendi haline bırakarak çözümlenmiyor. Üzerinde cesaretle durmak, çözümleri konuşmak ve tartışmak gerekiyor.
       Çünkü ülkenin bir yanında kanayan bir yara var ve bu yara Batı'da "vur patlasın çal oynasın" çevrelerince görülmek istenmese de ülkenin tümünü ve yarınlarını etkiliyor. Sebebi basit: "Bir ülkede herkes huzur içinde olmadıkça hiç kimse huzur içinde olmaz..."

       İki cep telefonu öyküsü... Birincisi Yeni Yüzyıl muhabiri Elif Ilgaz'dan...
       "Arkadaşım İstanbul'dan Ankara'ya gitmek için bir otobüse binmiş. Yola çıktıktan kısa bir süre sonra yolculardan birinin cep telefonu çalmış. Otobüslerde cep telefonuyla konuşmak yasak olduğu için diğer yolcular adamı uyarmışlar:
     Â- Beyefendi otobüste cep telefonuyla konuÅŸmak yasak...
       Bunun üzerine telefondaki adam şöyle devam etmiş:
     Â- Otobüstekiler kızıyor. Biliyorsun ya, otobüste telefonla konuÅŸmak yasak. Kusura bakma. Ben ÅŸimdi konuÅŸamayacağım. Ama sen konuÅŸ, ben dinliyorum!
       ***
     Â
Bu öykü de Kanal D muhabiri Selahattin Kınalı'dan...
       "Geçenlerde Trabzon Numune Hastanesi'nde yatmakta olan ağabeyimi (Ünal Kınalı) ziyaret sonrası eşimle birlikte hastaneyi terketmek üzere bahçeye çıktığımızda, elinde cep telefonuyla bir (Temel) kişinin yanıma yaklaştığını gördüm. Bu hemşerim benim cep telefonuyla konuştuğumu görünce kendisinin bir türlü hat düşüremediğinden şikayet etti. Ben de rahatça konuştuğumu söyledim ve:
     Â- Benim telefonum Telsim, yani 542'li seninki ne? diye sordum.
     Â- Benimki 628'li, demez mi?"

       Çukurbostan'dan Kazım:
       ...Rüyamda annemin bileziklerini bozdurup yurtdışında bir lisan okuluna kayıt yaptırıyorum... İstikamet, İngiltere...
       Benden daha önce oraya giden arkadaşların yardımıyla Londra'da Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir semtte kirli ve pis kokulu odama yerleşiyor; Türkiye'nin sıkıcı ortamından kurtulmuş olmanın verdiği özgürlük duygusuyla derhal sokağa çıkıyorum...
       Bizim evin hemen yanında küçük bir kebapçı var... Kebapçının yanında ise Türkçe gazeteler ve müzik kasetleri satan bir dükkan...
       Kebapçıda karnımı doyurup dükkana giriyorum... Müslüm Gürses'in yanık nağmeleri arasında günlük gazeteleri alıp yine Türklere ait olduğu belli bir kıraathaneye dalıyorum...
       İçerde Anadolu'nun çeşitli yörelerinden gelmiş vatandaşlarımız oturuyor. Kimi iskambil oynamakta, kimi bizim televizyon kanallarını seyretmekte. Yanımdaki adama soruyorum:
     Â- Amca, buraya hiç Ä°ngiliz geliyor mu?...
       Sırıtıyor adam:
     Â- Onların ne iÅŸi var burada koçum, diyor, bırak kıraathaneyi, Ä°ngilizler zorunlu olmadıkça bu semte uÄŸramazlar bile...
     Â
Moralim bozuluyor... İçimden "Vay be.. Onca yolu boşa teptik galiba" diyorum...
       Ertesi gün... Lisan okulundayım... Sınıfın çoğunluğunu oluşturan Türklerle bol bol muhabbet edip Türkçemi geliştiriyorum... İçlerinden biri; "Lan Kazım, benim çalıştığım Türk lokantasına bulaşıkçı lazım ilgilenir misin?.." diyor...
     Â"Tabii moruk" diyorum, "üç - beÅŸ kuruÅŸ kazanalım da harçlığımızı doÄŸrultalım..."
       Lokantadayım... Yağmur gibi tabak yağıyor üstüme... Cimri patron bulaşık makinası almadığı için hepsini elimle yıkıyorum...
       Personeli oluşturan diğer Türkler, arasıra dayanışma örneği gösterip bana yardım ediyorlar... Özellikle de garson Ayhan... Yirmi yıl önce haftasonu tatili için Londra'ya gelmiş, o geliş...
       İş bitimi tüm personel biraraya toplanıp patronun nutkunu dinliyoruz:
     Â- ArkadaÅŸlar... Biz burada Türk mutfağının ve kültürününün gönüllü elçileriyiz. Ä°ÅŸinizi yaparken bu unsuru asla gözardı etmeyin... Hasbelkader geldiÄŸiniz ÅŸu gurbet ellerde Türklerin çalışkanlığını herkese kanıtlayıp onurlu bir ÅŸekilde ülkenize dönün...
       Korkuyla uyanıp mutfağa dalıyorum. Annemin yaptığı börekler mis gibi kokuyor...
       YORUMU: Otur oturduğun yerde Kazım...





Yazara E-Posta: m.asik@milliyet.com.tr