Son iki askeri darbe... 1971 ve 1980 darbeleri Süleyman Demirel'e ve "sağ" a karşı yapılmış gibi göründü. Daha doğrusu öyle gösterildi. Aslında sol gösterilip sağ vuruldu.
      Her iki darbeyi yapanlar Demirel'i ve sağ politikacıları yedek kulübesine çekip...
      Satırı solcuların, aydınların, sendikaların, derneklerin, sol partilerin tepesine indirdi.
      Türkiye'nin çıkarlarını savunan, iç ve dış sömürüye karşı çıkan, Cumhuriyet devrimlerini savunan aydınlar, anarşinin sebebi sayılıp unufak edildi.
      Devlet kadroları Türk - İslam sentezcilerine teslim edildi.
      Kıyımın üzerinden bir de Turgut Özal marka sivil silindir geçti. Ortalık tertemiz oldu.
      Halk, "komünizmi ve solu temizliyoruz" diye kılıç sallayanların aslında ülkenin nitelikli ve yurtsever kadrolarını temizlediğini o gün anlamamıştı.
      Bugün durum kendini anlatıyor.
      Silahlı Kuvvetler en büyük tehlike olarak "irtica"yı işaret ediyor bugün.
      Siyasi partiler oralı değil. Biri hariç diğerleri kendi tabanında irtica ile kolkola.
      Daha doğrusu her biri bir ölçüde irticanın kucağında.
      Üstelik bundan pek rahatsız görünmüyorlar.
      Bu siyaset Türkiye'yi çağdaş temellerinden alıp ılımlı islamın kucağına oturtmayı hedefleyen ABD'den de destek görüyor.
      Silahlı Kuvvetler geçmişte kendilerince desteklenen sağ siyasetin "irtica tehdidi" olarak geri dönmesi karşısında sürprize uğramış mıdır?
      İrticayla mücadelede siyasi partiler tarafından yalnız bırakılmak askerleri şaşırtıyor mu?
      Sanmıyoruz... Bugün laikliği savunacak kadroları 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini yapan generaller ortadan kaldırdılar çünkü.
      Sonuç tatsız... Ama sürpriz değildir...
      İstanbul Belediyesi eski Genel Sekreteri Tuğrul Erkin'in notunu okuyoruz:
      "Haftasonu Bostancı'dan Büyükada'ya gitmek için `Bostancı' isimli şehir hatları vapuruna bindim. Arnavutluk'tan İtalya'ya kaçak mülteci taşıyan bir gemiye binmiş gibi oldum. Koltuk yastıklarının en az yarısı boydan boya yırtık, masaların hemen hepsi kırık, camlar çatlak, kırık ve herşey inanılmaz derecede pis.
      Vapurun her tarafı sidik kokuyor. Tuvaletteki pisuvarların hepsi birer gazete kağıdı ile örtülmüş. Böyle bir pisliği başka bir yerde göreceğinizi sanmıyorum. Herkes önce bir yere sürünmemeye, daha sonra da ilişeceği yeri temizlemeye uğraşıyor.
      Milletin parasıyla millete öyle bir pisliği reva görüyorlar ki. Anlatılır gibi değil.
      Bu geminin çalışanları bu pisliği nasıl görmüyor, işletme müdürleri, genel müdür, yönetim kurulu üyeleri nasıl yerlerinde oturuyorlar. Anlaşılır gibi değil?
      ***
      Son yıllarda pek çok Ulaştırma Bakanı geldi geçti. Bir tanesinin bir şehir hatları vapuruna bindiğini görmedik. Acaba Necdet Menzir Bey bu geleneği kırıp bir şehir hatları vapuruna binse... Acaba zahmet olur mu? Durum değişir mi? Bir umut...
      Milletçe adetimiz böyle. Önlemleri felaketlerden önce değil sonra konuşuruz. Baltayı da ilk yakaladığımız suçlunun kafasına vururuz. Rahatlarız. Her deprem sonrasında olduğu gibi yine binaların çürüklüğü ve müteahhitlerin hırsızlığı konuşuluyor. Peki bütün suç müteahhitlerde mi?.. Türkiye Müteahhitler Birliği Başkanı Kadir Sever, dün arkadaşımız Aydın Arıcıoğlu'nun sorularını yanıtlarken arka plandaki sorumlulara da dikkati çekti. Sever, depremin sorumluları arasında "yap - sat"çı müteahhitleri de saydıktan sonra dedi ki:
      - Ama müteahhit, hatalar zincirinin en son halkasıdır. Unutmamak gerekir ki, bu inşaatların projesini birtakım teknik adamlar hazırlıyor. Belediyeler bunlara ruhsat veriyor. Görüyorsunuz o belediyeler, oy hesaplarıyla imar planlarını durmadan değiştiriyor. Plan hazırlanırken jeolojik etüdlerin yapılması ve gerekiyorsa belli bölgelerde yapılaşmaya izin verilmemesi gerekir. Peki yapılıyor mu bu? Hayır. Yani işin başından sonuna ortak bir sorumsuzluk sonucu bu manzara.
     Â- Peki malzemeden çalan "kap-kaç"çı müteahhit nasıl denetim altına alınır?
     Â- Bu konudaki önerimizi on yıldır kimseye dinletemedik. Batı'da olduÄŸu gibi böylesi durumlarda müteahhiti maddi sorumluluk altına sokmak gerek. Müteahhit iÅŸin ucunun kendi cebine deÄŸeceÄŸini anlamalı. Bizim önerdiÄŸimiz Fransız modeli bu kadarla yetinmeyip "sigorta" sistemi de getiriyor.
     Â- Nasıl iÅŸliyor bu sistem?.
      - Müteahhite işe başlamadan önce yapıyı sigorta ettirme zorunluluğu getiriyor. Bina, yapım hatalarından doğacak zararlara karşı sigortalanıyor. Sigorta şirketi, denetim şirketleri aracılığıyla inşaatı sıkı takibe alıyor. Bu da yapının sağlıklı tamamlanması konusunda zorlayıcı oluyor. Hatta proje hatalarını bile düzelttiriyor sigorta. İşte ancak bu sistemle keyfi müteahhitlik ortadan kalkar. Bizdeki gibi hiçbir kritere tabi olmayan sorumsuz maceracıların da müteahhit olabildiği bir ortamda tek çare bu...
     Â- Bu maceracı müteahhitler devlet ihalelerine de giriyor. Devlet kendi iÅŸini bile denetleyemiyor galiba?..
      - Evet "müteahhitlik karnesi" kiralayarak en zorlu kamu ihalelerine dahi giriyorlar. Güya "karne" sistemi bunları disipline etmek için getirilmiş. Ama bu da amacından sapmış. Karne sahipleri, karnelerini ihtiyacı olana, yani bu meslekte icraat yapmak isteyen, ama hiçbir birikimi olmayan ve sadece statüsünde "müteahhit" yazan kişiye devrediyor. Ve bunlar da kiraladıkları karneyle en köklü inşaat firmalarının bile yanından geçmeye cesaret edemeyeceği ihalelere giriyorlar.
Yazara E-Posta: masik@milliyet.com.tr