İsveç dönüşü Paris’te bir hafta kaldım. Yorulmuştum. Mayıs güneşi güzeldi. Bir hafta Seine Nehri’nin kıyısındaki taşların üzerinde yattım. Bir yılda kazandığım para bir haftada suyunu çekti. Yurda beş parasız döndüm. Yıl 1966... Okulu bitirip diplomat olacak diye umutlandığı oğlunun İsveç’e gidip bir yıl serserilik yapması annemi müthiş üzmüştü. Ona İsveç’ten armağan olarak bir elektrik süpürgesi alıp, dönmeden önce kargoya vermiştim.
***
Birkaç hafta sonra süpürgenin gümrüğe geldiğini haber verdiler.
Sirkeci’deki Gümrük Müdürlüğü’ne gittim, malı çekmek için işlemlere başladım. Memurların masaları yan yana dizilmişti. Formlar dolduruluyor, komisyoncuların adamı olan muameleciler formları sırayla o masadan o masaya götürüp damgalatıyordu. Ben de aralarına katıldım. Manzara garipti. Formlar uzatılırken altına bir kâğıt para (2.5, 5, 10, neyse) sıkıştırılıyor, memur parayla birlikte formu alıyor, parayı ustaca alt çekmeceye bırakıyor, kâğıdı damgalayıp sahibine veriyordu. Memurların bazısı kadındı. Onlar da çarkın içindeydi. Ben rüşvet vermemeye kararlıydım. Ama masadan masaya ilerlerken benim form memurların birinde takılıverdi. Kâğıdın altına para sıkıştırmadığım için takıldığı belliydi. Memur önüne konulan formları evirip çevirip sıraya koyuyor, nasıl başarıyorsa, benim form hep en altta kalıyordu. Memurla tartışmaya başladım. O da fazla üstelemedi, kâğıdı sonunda damgalayıp verdi. Son işlem olarak depoya indik. Bir takdir memuru malın değerini takdir edecek, eğer belli bir sınırın üzerindeyse vergi ödeyecektim. Memur normal bir fiyat takdir etti. Beni vergiden kurtardı. Ben de (oracıkta aldığım terbiye sonucu) çıkarıp adama bir 20 lira vermeye kalkıştım. Adam hafifçe güldü, “Teşekkür ederim kardeşim” dedi ve yürüyüp gitti. Adam küçük rakamlarla ilgilenmiyor muydu, yoksa o dairenin rüşvet almayan tek üyesi miydi, hiçbir zaman öğrenemedim.
O sırada Mülkiye’de, yani ‘namuslu devlet memuru’ yetiştirmek için açılan bir okulda okuyorduk. Dışarıdaki hayat ise farklıydı.
***
Annemden yine üç beş kuruş sızdırıp yaz başında Ankara’nın yolunu tuttum. Dersler bitmiş, yurt boşalmıştı. Alelacele birinci sınıfta okunan kitapları ve notları buldum. Yaz mevsimini Ankara sıcağında ders çalışarak geçirdim. Eylül ayında on üzerinden 7 ortalamayı tutturup sınıfı geçtim. Ancak artık evden para isteyecek yüzüm kalmamıştı. Çalışmak gerekiyordu. Oda arkadaşım Daryal Batıbay’la birlikte (emekli büyükelçi) Ankara’da iş aramaya çıktık. Çok da gezmedik. TRT’nin Associated Press ajansına yeni üye olduğunu, bültenlerini çevirecek adam arandığını duyunca doğru TRT’ye koştuk.
Dış haberler şefi Nizam Payzın (Şirin Payzın’ın babası) bize birkaç İngilizce metin verdi. Tercüme ettik. Ertesi gün de işe alındığımızı öğrendik. Harika bir işti. Günde 4 saat çalışıyor, 900 lira gibi hayli iyi bir para alıyorduk. TRT Haber Merkezi ortamı güzeldi. Okul gibi sıkıcı değildi. Oradaki genç gazeteciler renkli adamlardı. İstanbul gazeteciliği magazin ve spor temeline dayanır. Ankara gazeteciliği siyaset üzerine kurulu olup, daha kalitelidir.
Çok hoş insanlar vardı merkezde. Şimdi Facebook’ta izlediğiniz Zeki Sözer ve Şahin Tekgündüz dâhil pek çok zarif ve kalender adam orada ilk dostlarımız oldu.
***
Merkez habercilikte titizdi. Tevfik Fikret adlı Savunma muhabiri bir gün oramiralin sıfatını orgeneral diye yazmış. Gece vakti evinden çağırıldı. Fırçalandı. “Beni bunun için mi çağırdınız!”, deyince Müdür Muammer Yaşar tarafından itile itile kapıdan dışarı atıldı.
***
Bizim masada işler iyi gidiyordu. Derken bir gün AP Ajansı Çin’in Birleşmiş Milletler’e üyeliğinin alt komisyonda reddedildiği haberini geçti. Ben dalgınlığıma gelmiş, komisyon lafını görmemiş, haberi “Çin’in BM’ye alınması reddedildi” diye çevirmişim. Bu şekilde yayına girdi. İki gün sonra Cumhuriyet gazetesi “TRT tercüme hataları yapıyor” diye bir haber yayımlamasın mı? Genel Müdür Adnan Öztrak, Nizam Payzın’a yazı yazıp savunma istemiş. O da durumu bana bildirdi. Ben ne yapayım? Savunulacak bir durum yok. İstifamı yazıp Nizam Bey’e götürdüm. Baktı baktı... “Yok canım, daha neler” dedi, istifa yazısını çöpe attı. Kendisi Adnan Öztrak’a yuvarlak bir yanıt verdi. Çok muhterem adamdı. Durum geçiştirildi. O zaman devlette Cumhuriyet terbiyesi vardı. Hata yapan memurun istifa etmesi âdettendi. Eskiler iyi bilir.
***
İşe girince rahmetli Adem Yavuz ile Çankaya’da bir küçük daire kiralamıştık. Para yetmemeye başlamıştı. Bir ilan gözüme çarptı. Bir kitap ithalatçısı Fransızca ve İngilizce iş mektuplarını tercüme edecek eleman arıyordu. Orada da küçük bir sınavdan geçtik. Firmanın sahibi Bekir Sinan Ermihan adlı genç bir iş adamıydı. Ankara Rotary Kulüp’ün de başkanıydı. Ne kadar aylık istediğimi sordu. Utana sıkıla:
- 350 lira olabilir, dedim.
- Ben burada 350 liraya adam çalıştırmam, dedi.
Ben ne diyeceğimi düşünürken:
- Size ayda 500 lira vereceğim, demesin mi?
Şaka mı yapıyor diye yüzüne baktım. Çok ciddiydi.
Ev kiramız da böylece çıkmıştı. Bekir Sinan Bey birkaç yıl önce vefat etmiş. Burada saygıyla anıyorum.
***
1967 yılı sonunda TRT Ankara Televizyonu kadroları için sınav açıldı. Ben TRT elemanı olduğumdan sınavı kolayca verip, televizyona geçtim. İngiltere’den, BBC’den eğitmenler gelmişti. Koordinatör olarak Betül Mardin atanmıştı. Onu tanımak da güzeldi. Kursu bitirip kimimiz yönetmen, kimimiz yapımcı olduk. Bir avuç genç insan yepyeni bir mesleğe adım attık. Türkiye’de ilk televizyon yayınlarını bizler başlatacaktık...
Anılar deyince...
Ne güzel günler... Ne güzel adamlardı onlar. Bedri Koraman, Metin Oktay ve Aydın Boysan ile birlikte Kumkapı’da bir gece. Metin Oktay, gecenin sonunda bir kemancıya yüklü bir para vermiş, onu Aydın Ağabey’in aracına yerleştirmiş, Aydın Ağabey’i evine müzik eşliğinde göndermişti.