Sene 1969... Ankara’da televizyonda yoğun ve yorucu bir çalışma dönemi geçirdik. Yaz gelmişti. Ne yapalım? Programlarda İstanbul’u ihmal etmiştik. Hadi “İstanbul Eğleniyor” diye bir program çekelim, dedik. Ben yapımcı olacaktım, Tunca Yönder yönetmen, Altan Öymen senarist ve takdimci.
Kameraman ve sesçiyi de alıp İstanbul’un yolunu tuttuk.
İlk gece ilk durağımız Sıraselviler’deki ünlü Kulüp 12 idi.
Bize özel ilgi gösterdiler. Çünkü İstanbul henüz televizyonla tanışmamıştı. Ankara Televizyonu’nu duyuyorlar ama izleyemiyorlardı. Daha oturur oturmaz hızlı bir servis başladı. Tunca Yönder kâh kameraman ile etrafı resimliyor kâh masaya gelip viskisini yudumluyordu. Ehlikeyif arkadaşımız viski severdi. O yıllarda viski hayli pahalıydı ama arkadaşımız umursamazdı. Biz de ona eşlik ediyorduk. Sahnede Huysuz Virjin izleniyordu. Keyfimiz yerindeydi. Gecenin sonunda hesap istedik. Borcunuz yok, dediler. Nasıl olur? Bu seferlik ikramımız olsun, falan... Israrlar fayda vermedi beş kuruş ödemeden çıktık.
İkinci durak Kulüp Lalezar. O günlerin en gözde gece kulübü. Patron Egemen Bostancı tarafından orada da müthiş güzel ağırlandık. Viskiler geldi gitti. Sahnede Ajda Pekkan vardı. Yaptığı şov bol bol filme çekildi. Ajda programını bitirdikten birkaç dakika sonra haber geldi. Ünlü sanatçı bizi odasında bekliyordu. Kameraman, Tunca Yönder, Altan Öymen ve ben, hep birlikte ve heyecan içinde Ajda’nın odasına yollandık.
Altan Abi’nin önceden tanışıklığı vardı Ajda ile, önden o girdi. Ben arkasından. Daha da arkada diğer ekip. Biz kapıdan girerken Ajda sahne kıyafetini çıkarıyordu. Tam elini arkaya atıp üstünü çıkarırken Altan Ağabeyimiz öne atılıp Ajda’nın önünde vücuduyla bir perde oluşturmasın mı? Kafasını da yana çevirdi ki önünü görmesin. Böylece Ajda’nın göğsünü bizden saklamış oldu. Böylece biz hiçbir şey görememiş olduk. Altan Ağabey’in Ajda’nın mahremiyetine gösterdiği bu duyarlık sonraki yıllarda aramızda espri konusu oldu:
- Abi ne lüzum vardı yahu, kadının saklamadığı şeyleri sen neden saklamaya çalıştın, falan diye şakadan serzenişte bulunurum, deli dolu gençlik yıllarımıza birlikte güleriz.
O gece Lalezar’da hesap istedik. “Ne hesabı?” dediler. Eski bir gazeteci olan Egemen Bostancı, Altan Abi’nin eski dostuydu. Bizi de sevmişti. Garson bahşişi bile almadılar.
Oradan da beş kuruş ödemeden çıktık. Üçüncü gece gittiğimiz kulüpte de galiba RİTA Bar idi, benzer sahneler yaşandı. Çekimler yapıldı. Viskiler geldi gitti. Gecenin sonunda hesap ödemeye gelince, “Siz misafirimizsiniz, ne hesabı?” gibi bir muhabbetle uğurlandık.
Kameranın üzerindeki TRT Televizyonu yazısı bütün kapıları açıyor, tüm hesaplar sıfırlanıyordu. İtibarımız zirvedeydi.
Eğlence mekânları dışında da çekimler oluyordu. Bar kapılarında dilenen çocuklar, çiçekçi kadınlar, kuytularda açık şaraba talim edenler, esrar çekenler, kaldırımlarda sızmış ayyaşlar, Çiçek Pasajı müdavimleri dâhil tüm eğlenenler ve eğlenemeyenler kareye dâhil oluyordu. Program eğlence yerlerinden ibaret bir yapım olmayacaktı. O hayatın perde gerisi de anlatılacaktı.
Son gece durağımız Kulüp Karavan idi. O yılların yıldız mekânı idi Karavan. Erol Büyükburç sahneye çıkıp: “Oh little Lucy, please come to me” diye ünlü şarkısına başladı mı ortalık alkıştan yıkılırdı. Güzel hanımlar da vardı ortalıkta. Size şampanya arkadaşlığı yapıyorlardı.
Orada da güzel çekimler yapıldı. Biz de fırsattan istifade epey eğlendik. Geceyi yarıladık. Kalkma vakti geldi. Usulen hesap istendi. Nasıl olsa patron gelecek, “Ne hesabı beyler, biz konuklarımızdan hesap almayız” falan diyerek bizi gülücüklerle yolcu edecekti. Ancak sonuç umduğumuz gibi olmadı. Bu defa garson masaya yüklü bir hesapla geldi. Rakamlara baktık. Akıl alır gibi değil. Bize resmen hacıağa muamelesi yapıyorlardı. Üstelik ne Tunca’nın ne benim yanımda yeterli para vardı. O zamanlar kredi kartı falan da yok. Garsonu çağırdık, hesabın çok göründüğünü söyledik, içeride kontrol edilmesini istedik. Garson gitti, yeni bir hesap pusulasıyla geldi. Üç beş kuruş indirim yapılmıştı ama yine yüklü bir rakam vardı kâğıt üzerinde. Sıkıntıdan ne yapacağımızı şaşırmıştık. Neyse ki Altan Ağabey feleğin çemberinden geçmiş adam. Tedbirli adam. Ceplerini karıştırdı. Ekledi, kenetledi, hesabı karşılayacak parayı denkleştirdi.
Yoksa bulaşığa mı kalırdık veya kamerayı rehin mi bırakırdık bilemiyorum. Kös kös çıktık pavyondan. Altan Abi’ye de ayıp olmuştu.
Ankara’ya dönüşte Tunca çekimleri montajlayarak bir belge film çıkardı ortaya. Altan Abi çekilmiş filmlerin üzerine duygulu bir metin yazarak araya harika yorumlar katarak takdim görevini üstlendi. Etkileyici bir program oldu. Tabii yine eleştiri aldık. Çünkü programın adına aldanıp ekran başına eğlenmek için oturanlar hayal kırıklığına uğruyordu. Program İstanbul’un eğlence hayatını gösterirken o hayatın arka planında pek de eğlenmeyen, üç beş kuruş için sabahlara kadar çalışan, dilenen, acı çeken, bir şeyler satan, satılan insanları da sergiliyorduk.
Program çöp tenekelerinin önünde kavga eden kediler ve boş caddelerde gecenin çöpünü yüklenip uzaklaşan çöp kamyonlarıyla son buluyordu. İnsanları eğlendirmekten çok düşündüren bir program oldu.
Biz TRT’den atılınca darbeciler diğer programlar gibi onu da yaktılar, kül oldu.
Tunca Yönder sonraki yıllarda Yeşilçam’a geçti, konulu filmler yaptı. Birkaç yıl önce Yakacık’ta huzurevinde hayata gözlerini yumdu.
Ajda Pekkan’ı tesadüfen birkaç yıl önce bir Kıbrıs gezimizde kaldığımız otelde sahneye çıktığında izledik. 70’ini geçmişti. Ama yarım yüzyıl öncesi kadar enerjik ve çekici idi sahnede.
Altan Abi yeni bir kitap yazıyor şu sıralarda.
Ara sıra telefonda eski yılları konuşuyor gülüşüyoruz.
Paul Verlaine bir şiirinde:
“Eski günleri hatırlar ağlarım” diyor.
Biz gülüyoruz. Tadı kalmış damağımızda...