Hafta içi biz de yoruluyoruz, okur da yoruluyor.. Çetrefil konuların biri kapanırken öteki açılıyor.. İnsan bazen yetişemiyor..
Öyle zaman oluyor ki; bir konuya tam
el atacaksın, tam iki üç cümle edeceksin,
bir bakıyorsun
gündem başka..
Sabah başka, akşam başka olduğu günlerden geçiyoruz..
Çoğu zaman siyasetin dili öyle baskın oluyor ki; girdabına kapılmamak imkânsız..
Siyaset kelepçeliyor, siyaset mühürlüyor..
Başka konulara girilmesini,
başka denizlere yelken açılmasını engelliyor.. İnsanları sığ ama
dalgalı sularında boğuşmaya mahkum ediyor..
*
Geriye pazar günleri kalıyor.. Kalıyor ama her pazar keyif veren konulara girmek de mümkün olmuyor..
Siyasetin kelepçesi bazen pazar günleri de çözülmüyor..
Niye böyle oluyor?
Çetin Altan üstadımız dün ‘Eskiler’ başlıklı yazısında nedenini açıkladı..
Şöyle yazmış..
*
“Eski İstanbul okuyucularının rahat bir ehli keyifliği vardı. Kafalarını yoracak sıkıntılı şeyleri ne konuşmayı severlerdi ne de okumayı..”
Talep bu yönde olunca arz da aynı yönde olmuş.. Dönemin yazarları o istikamette kalem oynatmışlar..
Okuyalım:
*
“O devrin yazarları için nabzına şerbet verilmesi gereken oyuncu
tipi buydu. Arada sırada Divan edebiyatından birkaç beyit, birkaç tarihi hikâye, bir sadrazam vecizesi ve kafiyeli olmasına dikkat
edilen bir nükte.
Gözde yazar olmanın en değişmez özelliği daima tatlı tarafından başlayıp, tatlı tarafından bitirmekti yazıyı.
Çünkü zaten
hayat bir dramdı
ve yazar da eski İstanbul okuyucusunun, beş on dakika boyunca hoşça vakit geçirmekle görevli meddah başısıydı.”
*
Bugün de okuyucuya hoşça vakit geçirmek için meddahlığa soyunan yazarlar var mıdır?
Olmaz mı; var tabii..
Ama genelde köşeler sert
konular, yorucu konular, can sıkıcı konularla dolu..
Neden?
Çetin Altan’a göre şundanmış..
“O zamanın okuyucuları hep tatlı tarafına meraklı olduğu için, acı taraflarının hepsi kuşaklardan kuşaklara geçerek bugünlere
kadar geldi.”
*
Hayatın sıkıntılı tarafını konuşmak, acı tarafını yaşamak, hissetmek bizlere düştü.. Dedelerden miras kaldı..
Son dönemde konuştuklarımıza bakın..
Osmanlıcanın zorunlu ders olmasını bir çeşitlilik, bir soluk, hatta bir nükte kabul edip ayırırsak geriye pek iç acıcı şeyler kalmıyor..
*
Haa bu arada biz Osmanlıca ile meşgul olurken.. Özel yetkili mahkemelerin yeniden kurulması onaylandı.. Ev, işyeri aramalarında makul şüpheye geri döndük..
Biz Osmanlıca ile meşgul olurken.. Büyüme oranları açıklandı, fena çakılmışız.. Üçüncü çeyrekte yüzde 1.7 büyümüşüz..
Biz Osmanlıcayla meşgul olurken.. Resmi rakam açıklanmadı ama uzmanların yaptığı hesaba
göre kişi başına gelir yine 10 bin doların altına inmiş!..
Küçük bir bilgi notu: Beğenmediğimiz Yunanistan 28 bin, İtalya 29 bin, Fransa 34 bin,
Almanya 36 bin, Hollanda 40 bin, ABD 47 bin dolar seviyesinde..
*
Yine hayatın acı tarafına daldık..
Peki, tatlı yazı, hoşa giden yazı kaleme alanlar yok mu? Tatlı tarafından başlayıp tatlı tarafından bitirenler..
Var.. Ama türü farklı.. İktidar
için ‘tatlı tatlı’ yazanlar var.. Daha
çok 17. yüzyıl başında yaşayan Bostanzade Yahya Efendi’nin
tarzına benziyorlar..
Onun gibi olmasa bile o türe yakın yazılar var..
Methiye yazıları diyebiliriz..
Kim mi Bostanzade Yahya Efendi?
Yahya Efendi’yi anlatmak için Yine Çetin Altan’a başvuralım..
*
“On yedinci yüzyılın başında,
I. Ahmet döneminde yetişmiş Bostanzade Yahya Efendi’nin ‘Duru Tarih’ adıyla bugünkü Türkçeye aktarılan ‘Tarih-i saf-Tuhfetul-Ahbab’ını arada bir karıştırıp duruyorum...
On yedinci yüzyıl Osmanlı aydınının nemenem bir aydın olduğunu az çok gösteriyor o kitap.
Bakın gelmiş geçmiş padişahların en canavar ruhlularından olan III. Mehmet’i nasıl anlatıyor: Uzun boylu, kara sakallı, ak benizli, güzel vücutlu olup, yumuşak huylulukta ermişler benzeriydi. Babası Sultan Murad Han vefat edince Sancaktan gelip tahta çıktı. On dokuz kardeşine şehitlik şerbeti içirmiştir.” (19.11.2014)
*
İyi pazarlar!..