Başka işin mi yok? Millet aç sen neden bahsediyorsun? Hayattaki tek derdin bu mu? Ülkede bula bula bunu mu buldun yazacak? Halktan kopmak ancak bu kadar olur.
Sıradan bir günde bunlardan onlarcasına maruz kalıyoruz. İşi sanat, kültür olan herkes. Bir eser üretmek, onu yazıya konu etmek, tartışmak, o eseri sergilemek, yaymak tanıtmak. Bu aşamaların bu süreçlerin hangisinde emek harcıyor olursanız olun, fark etmiyor. Birileri her zaman size kendinizi değersiz, işlevsiz, fuzuli hissettirmeye çalışmaktan yorulmuyor. İşin kötüsü, bunu vatanseverlik, toplumculuk, gerçekçilik sayan o kadar çok insan
var ki.
Onlara göre bir resim sergisi, yeni yayınlanan bir albüm, bir tiyatro oyunu, bir roman, bir sinema filmi, tramvaya kaka yerleştiren adamı konuşmaktan daha fuzulidir.
Bir şarkıdan, şiirden, güzel bir fotoğraftan bir röportajdan, şahane bir yemekten bahsetmek halktan kopuk olmaktır ama metrobüse kaka koyan adam videosunu vasat bir espri notuyla paylaşınca insan halkın tam kalbinde yer alır.
Sabır sınavı veriliyor
“İşte ülkenin gerçek gündemini takip eden, halktan kopmamış biri” demeliyiz sosyal medyada popüler hashtag’ler üzerinden mizah zekâsını toplumumuzdan esirgemeyenleri gördüğümüzde.
Kaç kere konuştuk, anlattık her krizde sanatçıya vurmak bugüne kadar ne kazandırdı diye. Herkes işinde gücündeyken neden hep müzisyeni, ressamı, oyuncusu ödedi bedeli diye sorduk ama anlaşılan gene ve hep sormamız lazım.
Melih Cevdet Anday, “Gizli Emir”inde (1970), Türkiye’ye çok benzeyen hayali bir ülkede, demir yumruk altında ezilen insanların bir türlü gelmeyen “gizli emir”i beklerken yaşadıklarını anlatır. Kafkaesk hikâyenin bir yerinde tesadüf bu ya, masanın etrafında toplanmış insanlar (eleştirmen Hulusi, dekoratör Muhsin, ressam Fikri, heykeltıraş Nizam, siyasetçi Ahmet ve bir gazete yazı işleri masasında o esnada yer alan diğer karakterler) durum buyken sanata ne gerek var, sanatçıya ne gerek var, sanat eleştirisi ne işe yarar gibi konuları tartışmaya başlarlar.
Anday muhtemelen bu tartışmayı zihninde yüzlerce kez yapmıştır hayatı boyunca ve böyle bir hikâyede gündeme getirmesi de tesadüf değildir. Şu bölümü aktarayım:
Güzel olan ne kalacaktı?
“Biz bir kaosun içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Sanatçının yarın düşüncesini çocukça bulmak yanlıştır, çünkü onu günümüz karşısında, yalnızca günümüz karşısında sorumlu ve görevli görmek isteyenler, yöneticiler, politikacılar hepsi yarını hazırladıklarından, onu hesapla kitapla kuracaklarından söz ediyorlar, bu uğurda savaştıklarını söylüyorlar. Onlara tanınan bu hak, sanatçıya gelince neden tanınmıyor? Uğrunda savaşılan bu ‘yarın’ın kurulmasında sanatçının neden payı olmasın?”
Melih Cevdet sayfalar süren bu tartışmada bir yere varıyor mu? Hayır. Herhangi bir ahlaki yargıda karar kılıp, didaktik oluyor mu? Hayır. Her tarafa yakından bakmaya çalışan, her görüşün sahibiyle empati kurmak isteyen bir yerde daha çok. Kitap yazıldığındaki Türkiye yani 50 yıl önceki Türkiye pek çok yönüyle bugünkü Türkiye’den çok farklıydı. Ama işte bazı şeyler hiç değişmiyor. İşler ne zaman kötüye gitse, ne zaman kriz olsa, ne zaman toplum sıkıntıya düşse ilk iş birileri sanatçıya ve sanata tekme tokat girişme huyundan vazgeçmiyor.
Öyle ki Melih Cevdet’in yazdığı satırlardan da anlaşıldığı gibi, sanatçılar neredeyse özür dileyecek sanatçı oldukları için.
Kriz dönemlerinde ressamlar resim yapmayı, müzisyenler bestelemeyi, yazarlar kitap yazmayı bıraksaydı fuzuli diye, bugün insanlık namına güzel olan ne kalacaktı?