Televizyonu bıraktım. Yıllar önce sigarayı bıraktım, bu kadar eziyet çekmedim. İlk günler çok zor. İnanılmaz bir yoksunluk hissi. Akşam Leyla dersini çalışıp, oyunlarını oynayıp, başucuna bıraktığım kitapla güzel rüyalara dalar dalmaz salondaki üçlü koltuğa yayılıp aç televizyonu. Oh bir rahatlık, bir ferahlık,
bir uyuşma.
Babanın akşamcılığı işte budur. Rakı sofrası değil, üçlü koltuk.
Bilgisayar, telefon, bir iki kitap ve dergi hep etrafımda ama televizyon da illa açık olacak. -Ne seyrediyorsun? -Hiç. En sevdiğim yanıt. Ve en dürüstü. Çünkü neticede hiçbir şey seyretmiyorum.
İtiraf ediyorum, bazen seyrediyorum. Derin derin izlediğim, kafayı taktığım diziler var.
“Binge watching” denen, soluksuz, bir oturuşta sonuna kadar izlemek en sevdiğim şeylerden biri aslında. Dört beş bölümlük “limited series” “mini series” sınıfına girenler en sevdiklerim.
Zaten artık gerçek sinemanın ince işçiliğinin “mini series” yani mini dizi formatına doğru kaydığını düşünüyorum. Mini dizilerde her karakteri derin derin anlatacak, anlayacak zaman var. Bu zamanı çok iyi kullanan yönetmenler var. Ve elbette sırf laf olsun diye upuzun sakız gibi uzayan diziler yapanlar da var. Türk dizilerinden söz etmiyorum, çünkü onları hiç seyredemiyorum. Anlamıyorum çünkü. Bana yanlış, sahte, gerçek dışı geliyorlar. Ne Türkiye’yi yansıtıyorlar ne başka bir yeri. Hayallerde yaşayan, var olan bir Türkiye’de geçiyor Türk dizileri. Bazen seyrettiğim bir Güney Kore yapımında, mesela “Squid Game”de daha fazla Türkiye ve Türk insanı bulabiliyorum. Evrensellik görebiliyorum. Türk dizilerinin ne anlattığını bile anlayamıyorum.
İngiltere’ye geldiğimden beri televizyona bakışım değişti. Daha doğrusu, değişmedi. Televizyon hep televizyon işte, bildiğiniz gibi.
Dünyanın en iyi yayın kuruluşu da olsa, dünyanın en iyi kamu televizyonculuğu da olsa, dünyanın en iyi film seçkileri hazırlanıp sunulsa da, en iyi belgeseller, güncel araştırmalar süper konuklarla derinlemesine verilse de, en iyi çocuk programları ve televizyonculuğu bu kanalda yapılıyor olsa da, olabildiğince adil bir haber bülteni de izliyor olsanız, BBC de televizyon işte neticede. Gözünü dikip bütün gece bakıyorsun, sabah olduğunda hiçbir şey hatırlamıyorsun. Ve o klasik nokta: -Ne izledik dün? -Hiç.
Netflix, Amazon Prime, Disney +, Apple TV+ ve bir sürü türevi var. Ama bir tane doğru dürüst yapıma karşılık 500 tane de aşırı kötü yapım yıpratıyor. Samanlıkta iğne aramak gibi. Bu kurumlar film uzmanı insanları çalıştırıp kataloglarındaki filmleri düzenleyip insanlara ana sayfada muhtelif seçkiler olarak sunacak editörler çalıştırmalı. Çünkü algoritmaları berbat. Çünkü algoritma anlamaz. Size devamlı toplam 50 filmi zorla izletmek üzerine kurulu bir mekanizma var bu platformlarda. “The Graduate”i izleyip benzer filmlere bakmak istiyorum, “Örümcek Adam” öneriliyor. “Seinfeld izledim, altında “Örümcek Adam” izle çıktı. Neden? Çünkü yeni getirdik.
İzleyecek film arayarak telef ettiğim gecelerim oldu. Neydi o laf? Aynı şeyi yapıp farklı sonuçlar beklemek, eeeh... Neyse işte o kafa. Televizyon, film, stream servisi şu bu. Bitti. Nokta.
“Squid Game” ile noktayı koydum. İyi bir son oldu. Hem dünyanın popüler stream yapımı hem Amerikan falan değil. Hem de güzel.
Ben bunu yapınca geceler bir uzadı bir uzadı sayın okurlar. Anlatamam. Hayatımda iki şey var. Albüm ve kitap. Yıllardan 1986’ymış gibi albüm dinliyorum. Baştan sona, şarkı sektirmeden, skip falan etmeden, sindire sindire. Çünkü vaktim var, dinleyebiliyorum.
Kitap okuyorum. Her gece bir orta uzunluktaki kitap bitiyor. Kütüphanede okuyamadıklarım vardı, onlara giriştim önce. Kitaplar filmlerden daha mı kutsal? Katılmam. Yayıncılık da bir “entertainment”. Bir sektör, ticaret. Kitaplar okunsun diye yazılıyor. Rafta tozlansın diye değil. Satılmak için basılıyorlar.
Neticede kitap okumak kayıtsız şartsız, kendi başına Netflix izlemekten daha erdemli bir fiil değil. Böyle laflara da karnım tok. Ama kitap dünyası daha az ticari. Daha az “entertainment”. Daha çok çeşit var. Daha büyülü, daha gizemli, daha maceralı.
Kitaplar daha çok dünya barındırıyor. Kitap arasına reklam girmiyor. Kitap için ekran geremiyor. Kindle’ım var ama yolculuk dışında kullanmıyorum. Kâğıttan okuyorum. Kitap okumak için daha iyi yöntem de bilmiyorum.
Kitaplarda, “dünyayı yaratmak” işi biraz da okura düşüyor. Her şey önüne pişmiş gelmiyor. Her şey bilgisayar efekti değil. Kitaplarda çirkin insanlar, başarısız insanlar var. Ekran önünde herkesin bir fiziksel aurası olması gerekiyor. Çirkin bile güzel çirkin. Kitapta her şey daha gerçek. Çünkü kafamda gelişiyor. Karakterlerin tipi bana ait. Kitaplar çok iyi edebiyat barındırıyor. Ama sabun köpüğü gibi de olabiliyor. Kitaplarda birşey anlatmak için uzun uzun tarif etmek için sonsuz zaman var. Filmlerdeki gibi formata sıkışmak zorunda değil kitaplar.
Kesin olan şey, kitaplarda televizyondan daha fazla şey var. Daha çok çeşit var. Televizyonların ve filmlerin hızına yetişemeyeceği kadar ileride ve güncel kitaplar.
Televizyona, sinemaya geldiğinde bir hikâye, çoktan bitmiştir. Kitaplarsa başka yepyeni hikâyelere yelken açmıştır, siz ekranlardan gündemi takip ettiğinize inanırken.
En eski iletişim formatlarından biri, hâlâ dünyaya en hızlı uyum sağlayan bilgi kaynağı. Bunu tartışalım mı?
Şimdi sırada sosyal medya var. Bu saçmalıktan da kurtulmaya çalışıyorum.
Pek yakında...