Geçen hafta vapurda gitar çalan gençlerle ilgili yazınca anladım ki sokak müzisyenleri konusu
hassas. Kimi kayıtsız şartsız desteklenmeleri gerektiğini söylüyor, kimi yasaklama peşinde. Benim duruşum daha farklı
Sokakta müzik yapanları ‘kayıtsız şartsız’ sevimli bulmuyorum. Geçen kış güneşli bir Madrid gününde şehrin en tenha meydanlarından birinde günün ilk kahvesini huzur içinde yudumlarken tam karşıma tezgah açıp trompetle “Love Story” çalmaya başlayan İspanyol Romanlarına da, sabahları evimin altında hep aynı saatte duran ve Savaş Ay’dan bile kötü akordiyon çalan Balkan kökenli dostlarımıza da aynı mesafedeyim. Yani mesafeliyim.
Vapurda karşıma oturup bağıra çağıra gayet sıradan ve özensiz bir şekilde “Uzun İnce Bir Yoldayım”ı söyleyen birine kimse kusura bakmasın ama sempati duymuyorum, hele biriyle sohbet ediyorsam o sırada bayağı kafamın ütülendiğini düşünüyorum.
Tünel’in Karaköy ayağında gitarla türkü söyleyen tenor benim bayağı moralimi bozuyor, içimi karartıyor. Karaköy alt geçitteki bağlamacının da geceleri gayet loş ve bir erkek için bile hayli korkutucu Karaköy alt geçitini daha da depresif bir korku filmi atmosferine soktuğunu düşünüyorum acı dolu türküleriyle.
Çeşitli meydanlarda zaman zaman müzik yapan görme engelliler dernekleri ise ayrı bi tartışma konusu. Gün boyu kulak patlatan bir volümde elektro bağlamayla çalınan acıklı şarkılar dinlemek zorunda kalmamalı kimse. Üstelik görme engelliler hep acıklı şarkılar mı söylemek zorunda bunu da tartışmalıyız. Bu türden yaklaşımlar engellileri daha saygın yapmıyor, acınılası kişiler durumuna düşürüyor ki bunu doğru bulmuyorum. Bunun başka yolları olmalı.
Bir ara her yerde karşıma çıkan ve en sevdiğim grunge gruplarının şarkılarını katleden bir sokak müzisyenini hatırlıyorum. Bunu yaptığı için ona neden teşekkür etmeliyim ve desteklemeliyim bilmiyorum.
Kadıköy’de herhangi bir yerde otururken yanıma gelen ve elinde darbukayla hep aynı ritmi atan ve yemekte iki kelime ettirmeyen ısrarla para isteyen küçük kız çocukları ya da Kadıköy meydanda devamlı (ve çok kötü) darbuka çalarak para toplayan Roman çocuklarını (ve az ilerideki parkta erkete bekleyen anne babalarını) desteklemeli miyiz? “Sokak müzisyenliği bu mudur?” gibi sorular var kafamda.
Sokak müzikleri çoğu zaman benim hayatımı zorlaştırıyor, canımı sıkıyor. Müzik hayatımızı zorlaştırmamalı, kolaylaştırmalı, yaşanabilir kılmalı.
Çiçek pasajında akordiyon çalan rahmetli Madam Anahit de sokakta müzik yapıyordu ama bir yolu yordamı, kültürü vardı... Kendisi hakkında bir kez bile olumsuz bir düşünceye kapıldığımı hatırlamıyorum.
Bir sahilde, bir parkta çimlerin üzerine serilip arkadaşlar arasında gitar çalmakta herkes sonuna kadar özgür olmalı. Benim bununla bir alıp veremediğim yok. Ama bunu insanların burnuna sokuyor kendinizi onlara dinletmek istiyor ve karşılığında para topluyorsanız başka. Ya işinizi iyi ve doğru yapacaksınız ya da eleştirilmeye alışacaksınız.
İbiza’da tarihi Dalt Vila’ya girerken hang çalan müzisyen kalenin tarihi dokusuyla şahane bir uyum içindeydi. Orada oturup uzun uzun dinlemek istedim. Paris metrosunda klasik müzik partisyonları çalan kemancıyı da takdir etmiştim, ortamı bir anda dönüştürüp o kalabalık ve dar metroya bir anlam kattığı için.
Barcelona’daki Parc Güell’de reggae çalan grubun hem ses düzeyi hem de portatif amfilerden elde ettikleri sound harikaydı, kimin itirazı olabilir ki güneşli bir günde reggae’ye? Brighton’da taksi durağının yanında bir gitar ve davulla “Violent Femmes” şarkıları çalan ergenlere de bakakalmıştım. Hem iyi çaldıkları için hem de taksi bekleyenleri eğlendirdikleri için.
Berlin’de metroya ansızın binerek akordiyonla çok hüzünlü bir şarkı tutturan Balkan genç ortamı bir anda bir film atmosferine çevirmiş ve acayip hoşuma gitmişti. Hem iyi söylüyordu hem de iyi çalıyordu. Nesine itiraz edebilirim ki? Söylediklerime kızanlar da olabilir ama üşenmezseniz hiç olmazsa bir “street music” falan yazın aratın Youtube’da bakın neler çıkacak karşınıza, ne kadar güzel şeyler...
Sokakta müzik yapmak küçümsenecek aşağılanacak bir şey değil. Aksine ciddiye alınması gerektiğini düşündüğümden yazıyorum bunları. Yetenekli biri doğru yerde doğru zamanda çalıp sokakta kendini gösterebilir ve müzikte bir kariyer yapabilir. Ama eline her gitar, santur, keman, saksofon, klarnet alıp kalabalığa dalanı ayakta alkışlamak bana samimiyetsizlik gibi geliyor. Yıllardır sokak müzisyenleri hakkında yazmak istemişimdir, kısmet bugüneymiş. Yazdıklarımı geniş bir “itiraflar” yazısı olarak da okuyabilirsiniz.
İki yiğit çıktı meydane!
Yeni Sortaç albümü çıkmadan yaz gelmiş sayılmıyor memlekette. Ama zorlu bir teste tabi tutuyorum bu albümü. Bir yanda “Ray”, diğer yanda bir eski dost: Dürüm-ayran. Peki parayı hangisine vereceğiz?
* Adı “Ray”. Sortaç’ın yeni albümü. Yaza damgasını vurur mu, vurur. İçinde 16 yeni Sortaç şarkısı var. Ederi internetten alınca 14.90.
Dürüm dönerli. Yanında buz gibi ayran yaz günlerinin vazgeçilmezi. İkisi toplamda büfede 8-10 TL ediyor.
Afili bi kafede Sortaç albümüyle başabaş.
* Ray 50 liralık lahmacuna güzel fon müziği olur. Dürüm-ayran günün her saati karınları doyurur.
* Ray’ın içinde Sortaç’ın Scarface tişörtlü ve muhtelif gömlekli fotolarıyla dolu 24 sayfalık kitapçık var.
Dürümün içinde patates, yeşillik, soğan, domates ve isteğe göre özel sos var.
* Ray’ın içindeki her şey internette de var.
Dürüm-ayran internette yok, büfede var.
* Ray’ı dinlemek 79 dakika sürüyor (zorlu bir serüven).
Dürüm ve ayranı götürmek 7-10 dakika.
Arkadaşlarla detaylı bir inceleme yaptık, düşündük taşındık. Sortaç hala yazın kralı ama parayı dürüm-ayrana vermeye karar verdik. Darılmaca yok.
İTİRAF EDİYORUM
* Şehir içi festivallerinin alkol yasak ve kısıtlamaları yüzünden azalarak biteceğini düşünüyorum. Parkorman etkinliklere kapalı olacak önümüzdeki yıllarda. Maçka’da da gürültü yüzünden kısıtlamalar yolda. Bundan sonra Rock’n Coke gibi şehir dışı festivalleri yapılır ve insanları şehir dışına taşımak için daha güçlü sanatçı kadroları gerekir. Durum bu.
* Türkçe’deki “sıkıntı” lafının her türlü olumsuz şeyi simgeler biçimde kullanımını hem pratik hem de biraz “sıkıntılı” buluyorum. Hayır adam alkolü tehditle yasaklıyor sonra da “sıkıntı yaşanmaması için” diyor. Sıkıntıyı yaratan sensin zaten. “Sıkıntı” lafını kullananlara bakın, genellikle “sıkıntıyı” yaratanlardır onlar.
* One Love Festival’da Miller’ın Radyobabylon’a birlikte gerçekleştirdiği Silent Disco hadisesini tuttum. Hiç ses yok, müzik kulaklıklarda ve herkes tepiniyor. Sürekli kulaklıklarla takılan biri olarak bana mantıklı geldi.
* Vapurda kestirmek gibisi yok. Kulaklıklar kulağımda uyuyakalmışım. Gözümü açtım, çocuklar etrafıma toplanmış gülüşe gülüşe bana bakıyorlardı. Ben toparlanınca kaçıştılar. Haftanın en güzel anı buydu galiba.