Ekim başı kaloriferler yanıp, yorganlar piyasaya çıkar bu şehirde. Paltolar sokaklarda ufaktan belirmeye başlarken bir yandan da geç şortlular, gömlekliler, tişörtlüler son güzel günlerini yaşar.
Kalın gelmiş ceketler sırtta, yanlış hesap kaz tüyü montlar koltuk altında oflaya puflaya yürürsün. İşte bunun adı sonbahardır. Havaların bir açıp bir kapattığı, havalar gibi kafaların da karışık olduğu mevsim.
Uzun yıllar en sevdiğim mevsimdi, şehre dönüş enerjisiyle yeni bitmiş yaz hüznünün mükemmel bir karışımı. Derinde hâlâ deniz tuzu, biraz mutlu biraz durgun dolanırsın sokaklarda.
Sonra yaz oldu en sevdiğim mevsim uzun yıllar. Bitmeyen bir partide yaşamayı istemek gibi sonsuz bir pozitiflik arzusu, bitmez tükenmez öforik bir iştah, tatil bitmesin enerjisi.
Şimdi yaz çok sıkıcı geliyor. Neyse ki Londra’da kısa sürüyor. Sonbaharsa uzun, acele etmeden sakin, tadına vara vara geçiyor. İlkokulda öğrettikleri gibi üçer ay süren mevsimleri bu şehirde doya doya yaşayabiliyorum.
Londra’da sonbahar soğuk yağmurlar ve rüzgâr silip süpürene kadar şehrin her noktasının yapraklarla örtüldüğü kırmızı, kahverengi, turuncu bambaşka bir mevsim. Ve çok kalabalık, cıvıl cıvıl insan dolu bir mevsim. Kafaların havalar gibi karışık olduğu bir mevsim.
Ağzımda hâlâ sabah kahvesinin lezzeti, kafamda cömert sonbahar övgüleri Mayfair kalabalığında sürüklene sürüklene yürüyorum. Sol tarafta bir toplaşma, bir hareket var. Kiliseden içeri insanlar oluk oluk girmekte. Düğün var herhalde diye düşündüm. Evlenmek için güzel bir gün (neyse düğün övmeyeyim şimdi.) Ama düğün değilmiş zaten. Yine de güzel bir kilise diye düşündüm. Gotik tavan, insanı etkileyen yükseklik hissi. Kalabalık da...
Ortadaki masalara anlam veremedim. Solda İsa’nın hemen yanındaki Gin barını görünce bir şaşırma geldi. Tam karşısında da yerel biralar yazıyor. Arkamı döndüm, asma kattaki, neredeyse 10 metre yüksekliğindeki 200 yıllık vitrayda çarmıha gerilmiş İsa’nın altında margarita’lar ve martini kokteyller hazırlanıyor.
Dua değil shaker sesi yankılanmakta. Daha da enteresanlaştı. Bir Türk lokantası ve Ortadoğu lezzetleri yan yanalar. Dim Sum’cu, hemen yanında sadece Pad Thai yapan bir bar. Napoli pizzaları, Beyrut’tan humus ve falafel. Alman sosisi. Mahzenlerde adı üzerinde şarap mahzenleri, fıçılar, tabureler... Nasıl yani?
1828’de yapımı tamamlanan St Mark’s Kilisesi burası. Greek revival tarzında inşa edilmiş. Girişindeki yüksek sütunlar heybetli ama asıl içini görmelisiniz. Ahşap kullanılarak inşa edilen çatı ve Gotik detaylar bir elli yıl kadar sonra ilave edilmiş. Bir zamanlar Mayfair’in göbeğinde saygın bir cemaati olan bu kilise iki büyük savaş sonrasında cemaatini kaybetmiş. 1974’te kutsal mekân statüsünden çıkarılmış. 1996’ya kadar kullanılmamış ve boş kalmış. Özel sektör tarafından güzellik merkezine dönüşme projesi 2006’da mahkemece durdurulmuş. İlerleyen zamanlarda etkinliklere kiralanmaya başlamış. Londra Moda Haftası’nın bir bölümü burada gerçekleşmiş.
Bugün Mercato Metropolitano projesi kapsamında kültürel bir merkez ve yemek çarşısı olarak kullanılıyor. Mercato Metropolitano 2015’te Milano’da kullanılmayan bir tren istasyonunda başlayan, kısa sürede başarılı olduktan sonra 2016’da Londra’ya gelen bir ekolojik çarşı - pazar projesi. St. Mark’s kilisesi, Elefant and Castle’dan sonra projenin ikinci mekânı. Buraya Mercato Mayfair denmiş. Kültür merkezi, sürdürülebilir çarşı diye kendini tarif ediyor.
Bir zamanlar zangocun inananları çağırmak için çalacağı çana doğru tırmandığı bu merdivenlerden bugünün inananları elde Pad Thai’ler, kebaplar terasa oturmaya çıkıyorlar.
Caz ekibinin soundcheck’i başlarken biz de Hz. İsa’nın hemen altındaki bara doğru yanaşmaya karar verdik. İlahi sonbahar, sürprizlerle dolusun.