İngiltere’de insanlar birbirlerine şu soruyu soruyor: “Biz bundan sonra tatile giderken vize mi alacağız?” En önemli konu bu.
Kahvemden bir yudum aldım, karşımdaki sohbete muhabbet ve empatiyle baktım. “Günaydın” dedim, “gerçek dünyaya hoş geldiniz”.
Geçen cuma Brexit oldu. Birleşik Krallık, Avrupa Birliği’nden sonunda ayrıldı. Sanırım her iki taraf da rahatladı. Sabah yollarda insanlar birbiriyle “Happy Brexit”
diye şakalaşıyordu. İngiliz sarkazmı öyle bir şey ki tonu asla tam olarak anlaşılmıyor. “Şaka mı, ciddi mi?
Doğuştan diplomat olan ve en basit mail’den günlük ilişkilere kadar her alanda diplomasilerini konuşturan İngilizleri sanırım bir yıl sonra azıcık da olsa tanımaya başladım. Ama gene de her defasında kendimi “şaka mı, ciddi mi” ikileminin ortasında buluyorum.
Kim Brexitçi kim değil artık bir önemi de kalmadı gerçi. Ayrılmaya karşı olanlar, ne haliniz varsa görün artık bu konuyu bir daha açmayız, havasındalar. Onlar için Brexit konusu kapandı. Ayrılmacı olanlar da artık bu konudan bahsetmiyor. Çünkü istedikleri oldu. İngilizler için aslında en önemli konu şimdi neyle meşgul olacakları? Basın ne yazacak, misafirliklerde ne tartışılacak, çarşıda pazarda hangi konu muhabbetleri başlatacak? Pek çok İngiliz, Brexit’ten önce hangi mevzuları konuştuklarını hatırlamaya çalışıyor.
Yeni konu da galiba “Biz nasıl seyahat edeceğiz?” ya da öyle bir şey. Bir sürü İngiliz Avrupa Birliği’nden ayrılmak için oy verdikten sonra çok sevdikleri İspanya’ya ve Fransa’ya giderken vize almak zorunda kalabileceklerini öğrenince yıkılmış durumda. Geçen cuma Brexit olunca artık durum iyiye ciddiye binmiş gibi. Gazetelerde “Şimdi nasıl gezeceğiz?” “Brexit’ten sonra nasıl seyahat etmek lazım, dikkat edilmesi gereken konular” gibi başlıklarla haberler yapıyor. İlgiyle ve itiraf etmeliyim, gizli bir keyifle okuyorum. Biz yıllardır o işin kurdu olduk, sonunda bir konuda Batı’dan çok öndeyiz gibi sığ espriler kafamda dolaşırken, bir yandan da “vizesiz gidilecek ülkeler” yazısı arıyor gözlerim hararetle Guardian’da, Times’ta. Biz anadan doğma vizeciyiz, sokakta kime sorsan sana Amerika, Schengen detayına kadar anlatır belgesini. Fotoğrafçılarımızın hepsi biyometrik vesikalık uzmanı oldu. İngiliz pasaportuna sahip tanıdığım Türkler “Avrupa’ya giderken vize almak kaderimizmiş ne yapalım” diyor, onlara da gülüyorum. “Eee, ne demişler, coğrafya kaderdir.”
Financial Times’taki köşesinde Simon Kuper Fransız pasaportu almak için nasıl uğraştığını anlatıyor ve Fransa bürokrasisinden yakınıyordu. Uganda doğumlu Kuper doğum belgesi almak için Uganda konsolosluğuna gitmiş. Buradaki görevli kendisine “Ha Brexit değil mi, Uganda üzerinden Fransız olmaya mı geldiniz siz de, şu taraftan” diye yol göstermiş. Ugandalılar Britanyalılar kadar diplomatik mi, şaka mı, ciddi mi, o kısmını değerlendiremiyoruz. Kuper bu konuda bilgi vermiyor. Ama görünen o ki İngiliz’in işi Ugandalıya kalmış, kader. Ben de İrlandalı atalarını hatırlayan İngilizlere sıkça rastlandığını duymuştum. Uganda ya da İrlanda, bir millet Brexit’le toplu olarak çıktığı Avrupa’ya bireysel olarak geri dönmeye çalışıyor. Nasıl derler, şimdi onlar düşünsün...
‘Alpha’ kuşağı
2010’dan sonra doğanlara Alpha kuşağı deniyor. Babam savaş sonrası “babyboomer” kuşağından. Ben X’im. Karım Y. Etrafım X’lerle ve Y’lerle dolu hatta Z’lerle bile dolu. Artık bir de Alpha’m var: Leyla. Alpha’lar teknolojiyle büyüyorlarmış. Onların hayatında teknolojiye geçiş dönemi diye bir şey yokmuş, dolayısıyla farklı bir düşünce
yapıları olacakmış. Ekonomik durumları, özel yaşamları, yazmışlar da yazmışlar. Alpha kuşağı daha 4 yaşında, ne ekonomisi? Bu hesaplara göre, Leyla ile aramda Y ve Z kuşağı olabilir. Ama ona en sevdiği unikorn kitabını okurken heyecanlanıp başını hafifçe omuzuma bir dayıyor, elimi tutup bir sıkıyor. İşte o zaman kuşak muşak kalmıyor arada. Bilim ne der bilemem. Kuşak farkını unikorn Twinkle kitabı okuyarak ortadan kaldırıyorum ben.
Biraz daha az mı gezsek?
Dünyanın geleceği için yapılacak en iyi şeylerden biri, kitlesel turizmi ortadan kaldırmak olabilir mi acaba? Çevreci bir enerji yaygınlaşıp ucuzlayana kadar beklemek ve sular altında kalıp doğal felaketlerle telef olmak yerine acaba daha mı az gezsek? Mesela long weekend’leri mi azaltsak? İki kişilik bir long weekend’in karbon ayak izi ne kadar haberiniz var mı? Bir havalı şehrin merkezindeki turistik kafede selfie çekip, Instagram’a koymanın ve ertesi gün kahvaltının ardından koşarak geri dönmenin faturası nedir yalnız ve güzel dünyamıza? Peki, Ferrari’mizi satıp kendimizi bulmak için Hindistan’a Nepal’e gitmenin? Ya üç günlüğüne iş için gidilen 10 bin millik uçuşlar? Havaalanına varış, toplantı, otel, ertesi sabah 6’da lobide buluşma, havaalanına hareket. Serbest zaman bile yok. Bunun için 10 bin mil yol gidilebiliyor. Gidiyoruz. Ne bileyim, acaba altı ay önceden aldığımız hesaplı biletler, bayramda Tayland, Phuket falan bunlar dünyamızın sonunu hızlandırıyor olmasın? The Observer “Özel jetle 24 günde dünya turu” adıyla organize edilen ve kişi başı 120 bin pound’a (bir milyon TL diye okuyabilirsiniz) patlayan turun karbon ayak izini çıkarmış. 50 kişi kontenjanlı bu tur için özel bir Boeing 757 kiralanıyor. 24 günde Seattle, Kyoto, Asya üzerinden Afrika, ardından Güney Amerika ve yeniden Kuzey Amerika’ya uçuyorsunuz. İşte neler görüyorsunuz neler, filan... Kişi başına düşen karbon salınımı miktarı 13 ton. Dört kişilik bir ailenin 30 yıl boyunca her yere arabayla gitmesine eş değer bir rakam neredeyse.
Benim ilanını gördüğüm bir diğer tur da Antarktika’ya düzenleniyor. Tam çıldırmalık. Antarktika’da buzların nasıl eridiğini görmeye gemiyle uçakla oluk oluk insan taşıyorlar ki Antarktika’daki buzlar daha da erisin, ortaya çıkan karbon salınımıyla daha da hızlı bir şekilde iklimler değişsin, sular yükselsin. Üstelik bu turlar buzlar eridiği ve yollar açıldığı için artık daha fazla yapılabiliyormuş.
Kendi yaptığım seyahatlerin karbon ayak izini çıkarsam herhalde dünyanın yüzüne bir daha bakamam. Enerjiye alternatif yerine acaba hayat tarzına mı alternatif bulsak?