Commute” İngilizce bir sözcük. Her gün düzenli olarak evden işe uzunca sayılabilecek mesafeyi kat etmek anlamına geliyor.
“Banliyödeki evinizden şehir merkezindeki iş yerinize her gün gidip dönmek” demek işin aslı bu. Öncelikle ABD’deki büyük şehirlerde ortaya çıkan, şehirlerin büyümesi, çalışma hayatının şehirlerde yoğunlaşması ve banliyölerin oluşmasıyla zamanla bütün dünyaya yayılan bir gerçek.
İnsanlar iş yerlerinin bulunduğu şehirlerde barınamayınca, ev kiraları fazla yüksek ya da şehirler dar gelmeye başlayınca “commute” edeyim ben demişler. Şehrin bir saat dışında bir kasaba bulup yerleşmişler.
Bugün pek çok gelişmiş büyük dünya şehri gibi Londra’da da “commute” çok önemli ve hayati bir kavram. Herkes “commute” ediyor. Ancak hayatın temelinde otomobil değil tren var. Karayolları yerine tren yolları büyük öneme sahip. Ulaşımın can damarı otomobil değil tren.
İstanbul karayollarına sırtını yaslamış bir şehir. Arabanız yoksa şehir dışındaki evinizden işe gidip gelmeniz imkânsız. Yeni yaygınlaşan Marmaray’ı saymazsak toplu taşıma bu noktalarda henüz yok. Onun yerini servis almaya çalışmış ama bu da trafiği katlamış. Londra’da, eğer karayolları değil demiryollarına ağırlık verilseydi şehir acaba nasıl olurdu, sorusunun yanıtını gözlerimle görebiliyorum. Daha iyi olurdu.
Bir defa yapılaşma daha kontrollü olabilirdi. Karayolu yaptığınızda yol boyunca her yer yapılaşma tehdidinde kalıyor. Demiryolu yaptığınızda istasyonlara karar vererek bunu kontrol etmek mümkün. Birleşik Krallık’ın yüzölçümü Türkiye’nin üçte biri kadar. Üzerinde 70 milyon insan yaşıyor. Kilometre kareye Birleşik Krallık’ta 255 kişi Türkiye’de 105 kişi düşüyor. Ama baktığınızda biz, göklere yükselen beton blokların artık temel manzarayı ele geçirdiği dev gri şehirlerde alt alta üst üste kalabalık ordular halinde güçlükle hareket etmeye çalışıyoruz. İngiltere’deyse nüfus büyük şehirlerin çevrelerinde planlamış. Halk demiryollarıyla 20 dakika yarım saat süren yolculuklarla merkeze bağlı kasabalarda yaşıyor. Bizde şehir merkezinden şehrin dışındaki banliyölere kadar her yer yapılaşmış durumda. Londra’da şehir merkezinden çıkıp banliyölere doğru yol aldığınızda aralarda geniş yeşil alanlar muhafaza edilebilmiş. Otoyol yerine demiryoluna ağırlık verilmesinin hayata olumlu etkileri bunlar.
Londra’da 1920’lerden başlayarak banliyöler planlanmış. Şehri çevreleyen yeşil hatlar oluşturulmuş. Bu hatların merkezden dışarı doğru genişleyen çemberler şeklinde her yöne doğru genişlemesi planlanmış. Bu çemberlere denk gelen tarihi kasabalara tren istasyonları yapılmış. Bazı boş alanlara da istasyonlar konularak konutlar yapılmasına karar verilmiş. Bugün Londra her gün sabah erkenden dört yönden vızır vızır şehre giren trenler tarafından taşınan çalışanlarla doluyor. Akşam saatlerinde boşalıyor.
En yakın commute kasabaları (banliyöleri) aşağı yukarı şehre 25 mil yani 40 kilometre mesafede. Trenle 20 dakikada gidilebiliyor. Çok daha uzak yerlerden gelip gidenler var. Tanıdığım birisi Cambridge’den Londra’ya gidip geliyor her gün. İki şehir arası 100 km. Trenle 55 dakika sürüyor. 55 dakikada biz bugün Kadıköy’den Taksim’e gidebiliyoruz. Eğer trafik saatlerine denk gelirseniz biliyorsunuz ki bu bile mümkün değil.
İngiltere’de trenler banliyöleri, banliyöler de kendine has kültürlerini yaratmış. Banliyö kültürünün şehirden farkını vurgulamak için tanıdığım pek çok İngiliz bugün “Londra’da ancak turistler oturur” diye espri yapıyor. Everything But The Girl’den tanıdığımız, 80’lerden bu yana Style Council’den Massive Attack’a pek çok ekiple çalışan şahane vokal Tracey Thorn’un birkaç ay önce yayınlanan “Another Planet” adlı anı kitabını trenlerle Londra’ya “commute” ederken gide gele yeni bitirdim. Thorn Londra’nın kuzeyinde her biri birbirini andıran “commuter town”lardan birinde Brookmans Park’ta büyümüş. 80’lerdeki ergenliğini ve banliyö yaşamını anlatırken “commuting” hakkında da hayli enteresan bilgiler derleyip sunuyor. İlgiyle okudum. İstanbul’un banliyösü Ataköy’de büyüyen biri olarak zaman zaman banliyö kültürünün her yerde ne kadar da aynı olduğunu düşündüm. İmkânı olanlara güzel bir yaz okuması olabilir. Fona da Arcade Fire’dan “Suburbs”ü koyarsanız şahane olur.