Mihrimah Sultan Camii’nin medrese ve aşhanedenoluşan külliyesinin üstüne son 50 yılda dikilen çirkin ve ucuz yapılar bence bir utanç vesilesidir. Mimar Sinan’ın eserlerine karşı gösterilenbu hoyratlık, bu kendini bilmezlik hiçbir milletinhakkı olmayan bir davranıştır
Üsküdar Meydanı’nda vapurdan inenlerin gözüne ilk çarpan Mimar Sinan’ın eşsiz eserlerinden Kanuni Sultan Süleyman Han ve Hürrem Sultan’ın kızı, Veziriazam Rüstem Paşa’nın eşi Mihrimah Sultan’ın adına yapılan camidir.
Esasen Üsküdar, Valide Sultanlar ve padişah kızlarının camileriyle ünlü bir semttir. Mihrimah Sultan ise dünya başkentine Rumeli kıtasından, Edirnekapı’dan girilen yerde ve Üsküdar Meydanı’nda geleni gideni karşılayan, daha doğrusu imparatorluk mimarisinin ihtişamını gösteren iki cami bırakmıştır. Bu Ramazan yaptığım programların içinde Mihrimah Sultan Camii’ne de yer ayırmak istiyordum. Bir zamanlar hemen suyun kenarındaki bu camiyi, bir de 18’inci yüzyılda önüne yapılan III. Ahmet Çeşmesi süslemişti. Caminin içi, çinileri dışında son cemaat mahalli, kubbesi, uyumlu minareleri hele haziresi kalem ile tavsife gelmeyecek derecede çarpıcıdır. Ne yazık ki Mihrimah Sultan Camii’nin, medrese ve aşhaneden oluşan külliyesinin üstüne son 50 yılda dikilen çirkin ve ucuz yapılar bence bizim için bir utanç vesilesidir. Her zaman tekrarladığım bir slogan; Mimar Sinan’ın eserlerine karşı gösterilen bu hoyratlık, bu kendini bilmezlik hiçbir milletin hakkı olmayan bir davranıştır. Bir an evvel Üsküdar İskelesi’nin etrafı gereken tazminatla istimlak edilmesi gerekir derken şimdi de Mihrimah Sultan Camii’nin restorasyonunda büyük bir problemle karşılaştık.
Hazireyi derbeder bir şantiye haline çevirirler
Doğrusu caminin içinde program yapmanın şimdilik mümkün olmadığını NTV’den yetkililer bana söylediler. Restorasyon var; doğrudur ve usul budur. Bir müddet sonra bazı dostlarım bana internette konulan fotoğrafları gösterdi. Tahkik ettik, başka fotoğraflar da var. Vakıflar’a bağlı olarak AN-SA adlı bir şirket (Abide Yapı Restorasyon) bu restorasyonu yürütüyormuş. Klasik anıtsal camilerimizin başına gelen şudur; restorasyonda üstüne platform döşemeden veya sistematik bir nakil yapmadan hazireyi (cami mezarlığı) derbeder bir şantiye haline çevirirler. Cami hazirelerimizin envanteri ve sağlam ilmi tespitleri yoktur. Henüz o medeni seviyeye yükselmedik. Taşların üzerine birisi neye dayandığı belli olmayan numaraları atar, sonra o taş şahideler (mezar taşları) bir köşeye yığılır. Çoğu seferde bunlar kırılır, herhalde taşıyıp götürüp okutması kolay olsun diye. Zaten restorasyon bittikten sonra haziredeki taşlar eksilir, geri kalanlarını tören kıtası gibi aralıklı olarak arka arkaya dizerler, kimsenin elinde envanter olmadığından, son envanter yapacak bilgi ve hukuki hakkı da bu durumda olamaz.
Restorasyon mimarlarının açıklama yapmaları gerekir
Mihrimah Sultan Camii’nin haziresinin bir özelliği vardır. Büyük padişahın sevgili kızının Rüstem Paşa’dan olan oğulları, sonra Rüstem Paşa’nın kardeşi olan Kaptanıderya Sinan Paşa’nın kabri-Sinan Paşa vârissiz olduğundan serveti Mihrimah Sultan’a kalmıştı, Mihrimah Sultan kardeşi II. Selim’in cülusu sırasında, cülus masrafları için onbinlerce altını verecek kadar eliaçık ve zengindi -hatta geçen asırlarda dahi Osmanlı tarihinin tanınmış simaları en mahir hakkâkların (oymacıların) elinden çıkma kabirlerle burada medfundur.
Hazirenin durumu iç açıcı değil. Bu tip bir inşaat ve restorasyon alanının kaçınılmaz olarak bu görünümde olacağına kimse kimseyi ikna edemez. Bilim Kurulu’nun ve restorasyon mimarlarının açıklama yapmaları icab eder. Maalesef klasik camilerin restorasyonunda en çok zarar gören bölüm şahidelerin önemli miktarının yok olduğu hazirelerdir. Mezarlıkların ve özellikle cami hazirelerinin milli mimarimizin ve tarih kaynaklarımızın ne kadar özgün bir parçası olduğunu kimse yeterince farkında değildir.
Kafese kapatılan hükümdarın akıbeti
Sultan ibrahim Osmanlı tarihinde tahttan indirilip katledilen padişahların ilki sayılır. Sonuncusu da IV. Mustafa’dır. Sultan Abdülaziz’in katli ise münakaşalıdır
ve doğru ise hukuka dayanmayan bir cinayet sayılır. Zira tanzimat döneminde hem padişahlar hem de devlet adamları için siyasaten katl çoktan hukuk dışı ilan edilmişti. Sultan İbrahim, I. Ahmet ile Kösem Sultan’ın oğludur. Kardeşi IV. Murat kendisinden evvel iki kardeşini boğdurmuştu. Sultan İbrahim bu nedenle tahta daveti bir desise olarak düşündü ve inanmak istemedi. Kendise biat edildikten sonra ilk sözü hikmet doludur; “Biraz sonra koca bir memleket iki dudağımın arasından çıkacak emre bağlı olacak. Bunu nasıl yapacağım?” Delilik unvanı onu tahttan indirenlerin uydurmasıdır. Ama sinir hastasıydı. Gelen buhranlar bunu gösterir. Yaptığının daima farkındaydı. Hemen pişman olduğu biliniyor.
Padişahın kafeste geçen şehzadelik yıllarında ruhu bozulmuş ve cinsel tutukluluk içine girmiştir. Bunu sözde Safranbolulu Hüseyin Efendi daha doğrusu Cinci Hoca’nın büyü ve ilaçları açmış gibidir. Osmanlı toplumunun alt katmanları siyasetten çok, padişahların cinsel hayatlarıyla ilgilenmeyi âdet haline getirmiştir. Cinci Hoca onun halk nezdindeki ilk talihsiz intibaı oldu.
Deli yaftasını perçinlemek için Ayasofya Avlusu’na gömüldü
Ağır bir dönemden geçiliyordu. Sultan Murat’ın güvenliği sağladığı imparatorlukta yeniden iç ve
dış tehlikeler başlamıştı.
Girit kuşatması bir sonuca ulaşmamıştı. Venedik Cumhuriyeti, Osmanlı karşısındaki son direnişini gösteriyordu. Çanakkale Boğazı’na kadar saldırıyordu.
İçte yeniden isyanlar başlamıştı. Sindirilen kapıkulu askerinin başkaldırdığı görüldü.
Üstelik Abaza Paşa isyanı, padişahın ağır kusuru neticesi çıkmış gibi görünürse de idarecilerin de idare edilenler kadar düzen dışı davranmaya başladığı açıktı. Osmanlı İmparatorluğu yeni dünyanın gösterdiği iktisadi ilerlemeler ve açılımlar karşısında uyumsuzlukluk dönemine girmişti.
En büyük sorun enflasyon ve artan nüfus karşısında kıt üretimdi.
Oysa sorumluyu bulmak kolaydı. Kolayca padişahın israfı ve dengesizliği ortaya atıldı. Ünlü müftü (bu dönemde henüz şeyhülislam unvanı kullanılmazdı) Kara Çelebizade fetvayı verdi. Parlak bir ha’l fetvası örneğiydi. Sultan İbrahim vakasından sonra ana yurdu Bursa’ya sürüldü. Bursalı hanedanın bu parlak üyesi orada da bazı eserler yaptırdı.
Ne var ki kazasker kardeşi Emir Sultan, haziresinde gömülü olmasına rağmen, ünlü şeyhülislamın
mezarı bile bilinmiyor.
Sultan İbrahim kapatıldığı kafeste annesinin kapı kilidini kurşunla berkittiğini gördü. Bu dayanılır bir ceza değildi. Gene korkunç bir krize yakalandı. Ve nihayet 18 Ağustos 1648 günü ünlü cellat Kara Ali ve çırakları tarafından boğuldu. O kriz anında bile bir söz sarf etmişti; “Elhamdülillah cemaat başıyım”. Hanedan bundan sonra onun ve Hatice Tarhan Sultan’ın çocuklarından yürüyecekti. Deli yaftasını perçinlemek için babası
I. Ahmet’in türbesine değil, Ayasofya Avlusu’ndaki gerçekten deli olan amcası I. Mustafa’nın yanına gömüldü. I. Sultan İbrahim’in kişiliğini ve yaşamını tiyatro edebiyatımızda Turan Oflazoğlu, “Bilinçli Cinnet” adıyla dramatize etmiştir. Üzerinde düşünülmesi gereken bir hükümdar portresi ve tarihi dönemdir.