İlber Ortaylı

İlber Ortaylı

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Kuşağının en yaratıcı sanatçılarından biriydi


Cumhuriyet dönemi sanatının sembolü Semiha Berksoy 100’üncü doğum yılında bir sergi ile anılıyor.


Kuşağının en yaratıcı sanatçılarından biriydi


Berksoy’un 1969’da yaptığı yağlıboya çalışması, “Tırmanan Otoportre”.

Şu sıralar adına bir sergi açılan Semiha Berksoy, hep bir dram yaşayan bir kavmin çileli aydın kuşağındandır. Üstelik o kuşağın en yaratıcılarından biridir



İstanbullu olmanın bir imtiyaz olduğu dönemde, İkinci Meşrutiyet yıllarında, bu metropolün Boğaziçi kıyılarındaki Çengelköy’de Semiha Cenab 1910’da doğdu. Görünüşte mütevazı bir memurun çocuğuydu. Mütevazı memur Ziya beyin eşi Fatma Saime Hanım eğitimliydi. Güzel resim yapıyordu. Yetenek ırsidir, ailenin üyeleri ve yakın akrabaları içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun mareşalleri, geleceğin ünlü tıp profesörü Kemal Cenap (Berksoy) gibileri de vardı.
Osmanlı başkentinde aydınlanma ve rütbe muhakkak servet ve mülkle bağlantılı değildi. I. Cihan Harbi’nin sıkıntıları içinde küçük Semiha annesini korkunç bulaşıcı hastalıktan kaybetti. Savaş içinde İspanyol gribi cephedekinden daha çok kurban almıştır. Sanatçının bütün hayatındaki en yaratıcı eserlerine yansıyan yarası böyle açıldı. Istırap ve özlemi olmayan bir sanatçı düşünmek mümkün değildir. Tanıdığımız Semiha Berksoy savaşlar, imparatorluğun toprak kayıpları, göçler ve felaketlerin getirdiği yıkımlara alışkın toplumun insanıydı.

“Özsoy”da onu izleyen Atatürk çok beğendi, Berlin’e gönderdi
Özlemlerinden ve hedefinden fedakarlık yapmadı ama Boğaz kıyıları onu her zaman çekti. Bu onun kariyerindeki bazı karar ve hareketleri izah eder. Berlin’de Hochschule für Musik’te Richard Strauss’un “Ariadne Auf Naxos”unda başrolü teganni eden genç kızın, Anadolu bozkırının ortasındaki devlet operasına özlemle koşuşunu başka türlü açıklamak mümkün değildir. Daha müreffeh, daha teşkilatlı bir eğitim ve hayat yaşasalar da; dünyadaki başka başkentlerin, 1500 yıllık bir başkentin hayatı ile rekabet etmesi mümkün değildi. O kuşağın Türkleri için hangi dünya görüşüne sahip olurlarsa olsun bu en önemli noktadır.
Semiha’nın tahsili zamanın İstanbul’unda eğitim gören önemli Türk kızlarının arasında farklılık gösterir. Regüler bir tahsil tıp, kimya veya edebiyattır. O ise müziğe yönelir. İstanbul Belediye Konservatuarı’na burslu kabul edilir ve ses hocası Nimet Vahid hanımın öğrencisi olur ama müziğin yanında da zamanın Türk resminin ustalarından Namık İsmail’in atölyesinde tamamen klasik bir resim eğitimi görür.

“Sana Hitler’in değil, Beeethoven’in ülkesinde başarılar diliyorum”
Semiha’nın aldığı müzik eğitimi onu kısa zamanda İstanbul’un operet sahnelerinde başarılı temsillere katılmasıyla sonuçlanır. Opera sahnesindeki kariyeri Atatürk’ün önünde başlar, zamanının bütün entelektüelleri gibi Kemalist cumhuriyete karşı kendisini borçlu olarak görmektedir.
1934’te İran Şahı Türkiye’yi ziyarete gelir. İran batılılaşma yolunda bazı reformlar yapmakta ve Kemalist Türkiye’yi örnek almaktadır. Bir ay boyu Türkiye’de Şehinşah Rıza Pehlevi’ye her şey gösterilir, kendisi şehir şehir gezdirilir. En önemli gösteri ise ilk Türk operasıdır. Şarkta opera
I. Cihan Harbi’nden önce başlamıştır ama bu operada yani “Özsoy”da İran ve Turan’ın müşterek tarihi müzikle vurgulanmaktadır. Adnan Saygun’un bestelediği “Özsoy” operasında Semiha’ya başrol verilir. Bu temsilden sonra Atatürk karar vermiştir; kurulacak Türk operasına kuvvetli sesler lazımdır ve Semiha da bunun için Berlin’e gönderilir.
Genç kızın bir sevdiği vardır; zamanın ünlü solcu şairi Nazım Hikmet... Nazım Hikmet’in bu seyahatten önce Semiha’ya yazdığı mektup 1936 yılının ortamında Türklerin Avrupa toplumunu nasıl değerlendirdiğine bir örnektir: “Güle güle Semiha, sana kanlı Hitler’in değil, Beethoven’in ülkesinde başarılar diliyorum.”
Semiha Hitler’in hakim olduğu ülkede başarılı bir eğitim ve kariyere başlar. Richard Strauss’un 75’inci doğum günü için “Ariadne auf Naxos” operasında Ariadne rolüyle sahneye çıktığında, başrol bir Alman sanatçısına verilmediği için sahneyi protesto eden Hitler Jugend (Hitler Gençliği) üyelerine ünlü şef Clemens Schmalstich’in cevabı çok kısa ve kesindir; “Semiha bu rolü söyleyecek çünkü o sanatçıdır.”
Bir gün aklına esti, evdeki bütün tablolarını topladı, trene yükleyip Berlin’e götürdü
Ölümünden birkaç yıl önce Köln TV’sinde bir programda Semiha Berksoy’un yanında ünlü sosyolog, Lordlar Kamarası üyesi, Oxford Üniversitesi Rektörü Rolf Dahrendorf vardı. Semiha 1930’ların Türkiye’sini, opera dünyasını, Wagner’i, Nazım Hikmet’i anlatıyor. Birbirine zıt bu kavramların hepsi batıyı ve batılılaşan Türkiye’yi ifade ediyordu. Nitekim Dahrendorf heyecanlandı; “Bu Guiscard ve Kohl gibi herifler ne zannediyor ki, Türkiye dönemeçleri atlamış bir ülkedir” dedi. Semiha’yı dinleyenler büyülenmişti.
Semiha Berksoy resimde, opera hayatındaki tutkularını gizlememiş ve sanatçı kişiliğini hassasiyetle korumuştur. Kendini takdim şekli ressam veya devlet tiyatrosu sanatçısı değildi; devlet operası sanatçısıydı ama hayatı boyunca resim yapmadığı gün çok azdır. Türk tiyatrosu onun rollerini hiçbir zaman unutmuyor. Haldun Taner’in “Lütfen Dokunmayın” adlı komedisindeki tek kelimelik bir rolü de dahil.
Bir Berlin seyahatinde aklına esti, evdeki bütün tablolarını trene yükleyip götürdü. Hiçbir angajmanı yoktu, sergi açacağını rüyada görmüş değildi. “Bu resimler orada beğenilir” dedi. Resim malzemeleri satan bir mağazada adresini aldığı Galeri Hammer’de birkaç eskizini gördüler, derhal sergi açtılar. Bir ay sonra bu sergi patladı ve Semiha Berksoy ısrarlı taleplere rağmen hiçbir resmini satmadan döndü.
Bir operaya hazırlandığı zaman sadece kendi rolünü değil, bütün partisyonları gözden geçirir, Wagner çevirir, Beethoven okurdu. Yaptığı resimlerin ardında bir gözlem, düşünce ve tartışma vardı.
Semiha Berksoy küçüklüğünden beri bir dram yaşayan bir kavmin çileli aydın kuşağına mensuptur ve o kuşağın en yaratıcı portrelerinin başında gelir. Bunu bizde de anlayanlar var, başkaları da çoktandır anlıyorlar.
Şu sıra Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde “Semiha Berksoy” sergisi var; sadece resimleri değil, önemli belgeler, bir tiyatro sahnesi gibi olan “odası” da görülebiliyor.


Osmanlı hanedanı aileye dönüşür mü?
Osmanlı hanedan reisi Şehzade Ertuğrul Osman Efendi vefat ettikten sonra, hanedanın üyeleri herkes gibi “Ne olacağız, ne haldeyiz?” diye sordular. Hanedan reisi olan amca bırakınız Türk saray anane ve çevresini, Avrupa saraylarında bile az rastlanır prenslerdendi; bilgisi, zarafeti ve mahareti ile başka milletlerin hükümdar soyundan kimseleri de kendine hayran bırakmıştı.
Onun gibi göze batan bir diğer hanedan üyesi de elan İstanbul’da yaşayan Neslişah Sultan’dır. Neslişah Sultan bildiği lisanlar, edebiyattan tarih-coğrafyaya çok geniş bilgisi, insanları hayran bırakan sportmenliği ile yurtdışında Türklüğü bütün soylu çevrelerde üstünlükle temsil etmiş ve yurtiçinde de Osmanlı sarayı hakkındaki eksik bilgilendirmeyi tashih etmiştir. Henüz saltanat zamanında doğduğu için hanedan defterine resmen kaydedilen, doğumu topla selamlanan son hanedan üyesidir.
Şehzade Osman Ertuğrul Efendi’nin ölümünden sonra bir demeç vermişti, esası şuydu: “Bu devlet ve milleti altı asır boyu şan ve satvetle temsil eden ailemiz yeni zamanlara ve şartlara uymak durumundadır. Ailemizin genç üyeleri saray çevresinden ve etiketinden uzakta yetiştiler. Artık bir hanedanın sahip olması gereken şartlar zor ayakta duruyor, hatta duramıyor. Bundan sonra bir aile olmalıyız. Bu aile üyelerinin bilinç ve kişiliğini korumalı, hanedanın mensupları ile alakası olmayan hatta Avrupa’da türeyen bilinmeyen ecnebilerden düzmece prens ve prenseslere karşı hukukumuzu korumalı ve ailenin müşküllerini çözmek için bir araya gelmelidir.”

“Mensup olduğunu söylediği aileyi, hanedanı tanımıyor”
Saltanatın lağvından sonra neredeyse 87 sene geçmişken açıklanan bu bildirge çok anlamlıydı. Birinci Cihan Savaşı’ndan sonra taht ve tacı kaybeden bütün büyük hanedanlar maddi yaşam koşullarını korumakta güçlüğe uğramış ve ailelerinin manevi vasıflarını devam ettirmekte krize sürüklenmişlerdir. Osmanoğulları en çok sıkıntı çekenlerden biri olduğu halde hanedan olarak iffetlerini, onurlarını koruyabildiler. Neslişah Sultan “Hükümdarlıklar dönemi bitti, artık biz de bir aileyiz, eski şerefli hükümdar torunlarından oluşan bir aileyiz” diyordu.
Şu sıralarda Sultan Abdülmecid’in torunlarından Naciye Sultan’ın ve Enver Paşa’nın torunu olan Türkan Mayatepek ve büyükelçi Rüveyda Mayatepek’in oğlu olan Osman Mayatepek benzer bir bildiri ele aldı. Söylediği; “Muhteşem bir imparatorluğu 600 yıl yöneten ailemizin şu son ölümlerden sonra maalesef bu aileyi yönetecek nitelikte genç üyeye sahip olmadığı anlaşılıyor. Bazıları mensup olduğu ailenin veya hanedanın üyelerini tanımıyor, tarih bilmiyor. Hatta Türkçe konuşamayanlar ve Türkiye’yi tanıyamayanlar var.”

Bu görüş, cumhuriyet rejimine tam itaat anlamına gelecektir
Devamla Osman Mayatepek’in ifadesine göre bazı genç kuşak şehzade ve sultanların sağda solda birçok toplantılara, törenlere katıldıkları basında aile tarafından kabul edilemeyecek demeçler verdikleri ileri sürülüyor. Etrafta ailenin ismini ve onurunu zedeleyecek düzmece prens ve prensesler dolaşıyor;
“Bütün bu şartlarda ailemiz mensublarının bu ailenin ananelerini takip edecek şekilde hareket etmelerini sağlayacak, hukukumuzu zedeleyecek kimselere karşı bizi savunacak tecrübeli tek kişi Neslişah Sultan olacaktır. Osmanlı saray ananesini tanıyan, hanedanın resmen kayıtlı son üyesidir. Bir müddet için Mısır’ın kral naibesi olmuştur. Hepimiz onun tavsiyelerini ve ikazlarını dinlemek zorundayız. Ailemizin büyüğü odur. Parlak bir örnek olan Osman Ertuğrul Efendi’den sonra bu vasıflar bir tek onda görülür.”
Avusturya Habsburg ve Bourbon hanedanları gibi Osmanlı ailesinin de soyuna ve onun şöhretine sahip çıkması gereklidir. En azından Romanovların çocukları arasındaki münakaşa, bölünme ve tanımama bu hanedanda da yaşanmamalıdır. Diğer yandan bu görüş Türkiye’nin cumhuriyet rejimine tam bir itaat ve kabulü ifade etmektedir.