Hasan CEMAL Tepeden tırnağa silahlı helikopterler büyük gürültü yapıyor. Pata pata sesleriyle alçalıyoruz, tarlaya doğru.
Ortalık toz duman.
Pervaneler durunca, bir an sessizlik.
Köpekler havlıyor, uluyor.
Bir taş yığını.
Genç bir kadın, başında siyah yemenisi, taş yığınına dayanmış, hiç kıpırdamadan duruyor, heykel gibi. Çevresinde dolanan meraklı kalabalığın farkında değil.
Dalıp gitmiş.
Bakışları sabit bir noktaya takılmış. Dünyayla ilgisi yok. Simsiyah gözlerine hüzünden çok acı oturmuş. Hemen yanı başında, bir kız çocuğu. Üstü başı dökülüyor. Şaşkın bir yavrucak. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor.
Taşlardan birinin üstüne büyücek harflerle Ahmet yazmışlar.
"Ahmet kim?"
Siyah yemenili genç kadın oralı bile olmuyor. Başını benden kaçırıyor, o kadar. Sonra yine dalıp gidiyor.
Merak ediyorum Ahmet'i.
Küçük kızdan da yanıt yok.
Sümüklü bir oğlan çocuğu yanımda bitiyor. Gözleri yuvalarında fıldır fıldır.
"Ahmet benim amcam."
"Burası onun mezarı mı?"
"Evet."
"Sadece o mu?"
"Beş kişiyi daha öldürdüler."
Siyah yemenili kadını işaret ediyorum:
"Ya o kim?"
"O da karısı, bu da kızı."
Taş yığınının yanında, toz toprak içinde oturan kız çocuğuna işaret ediyor. Ahmet'in karısı, siyah yemenili güzel kadın, kocasının mezarına dayanmış, dalıp gitmiş...
Ev harabe halinde. Yanık izleri... Duvar dibindeki taşlardan bazıları beyaz kireçle işaretlenmiş.
İhtiyar, sakallı adam:
"Şu siyah izler onların kanı..."
Yüz çizgileri dikkatimi çekiyor.
Kalın ve derin çizgiler... Sanki her birine bütün ömrün yorgunluğu, kederi oyulmuş...
"Kim onlar? Kimlerin kan izleri?"
"Biri kızım, biri damadım. Beş de torun..."
Sonra, tevekkülle ekliyor:
"Gitti bütün aile!"
Gözleri acılı, çaresiz bakıyor. Boğazıma bir şeyler düğümlenince, gözlerimi onun yüzünden kaçırıyorum.
Yaşamak için acı çekenler!
Başbakan Özal yüksekçe bir yere çıkmış konuşuyor:
"Devlet güçlü. Yaraları saracağız. İkibuçuk eşkıyadan kimsenin korkusu olmasın."
Tam bir kargaşa.
Televizyon kameramanları, foto muhabirleri Özal'ı görüntülemek için birbirlerini yiyorlar. Taze mezarların üstünde tepişiyorlar. Acılı bir yaşlı kadın çığlık çığlığa, kendini oradan oraya atıyor. Mezarlara basılsın istemiyor. Ama aldıran yok!
Birinin yanına yaklaşıyorum.
"Zordur beyim zor!" diyor.
Konuşmuyor, sanki inliyor:
"Ne zaman nereden gelecekleri belli değil ki. Gece vakti hangi köye, ne zaman gelirler bilemeyiz ki."
Gözlerinde korku ve tedirginlik...
Hava kararıyor. Güneşin battığı yer kızıl. Helikopterler tozu dumana katarak havalanıyor.
Altımızda Pınarcık.
17 haneli mezra, Allah'ın dağ başında unuttuğu... Diyarbakır'a doğru uçarken, o üç sözcük kulaklarımında uğulduyor:
"Zordur beyim, zor!"
* * *
13 yıl geçmiş, 1987 Temmuz ayı.
PKK'nın Pınarcık katliamı...
İnsanlığa karşı işlediği suçlardan biri.
Nereden mi hatırladım?
Bayram tatilinde okuduğum kitaplardan biri de Operasyon'du. Tuncay Özkan'ın Abdullah Öcalan'ın yakalanışını anlatan güzel kitabı. (Tuncay Özkan genç kuşağın en acar, en araştırmacı gazetecilerinden biri. Cumhuriyet'te birlikte çalışmıştık. Fazla çalışkan! Kanal D'nin genel yayın yönetmeliğini yaparken, kitap yazmayı da ihmal etmiyor).
Kitabın bir yerinde Öcalan'ın şu cümlesinin altını çizdim:
"Öldürelim, otorite olalım!"
PKK lideri böyle diyor, yakalanmadan önce Tayfun Talipoğlu'yla Roma'da yaptığı mülakatta...
Otorite olmak için öldürmek!
Türkiye'yi onca yıl kana bulayan zihniyet... Ama iyimserim. Çekilen acıların olgunlaştırıcı etkisi, barışı yakınlaştırıyor.
Yazara E-Posta: h.cemal@milliyet.com.tr