Literatur Haus’un arka tarafındaki asırlık ıhlamur ağacına, sararmış bahçeye bakan masaya çöküyorum sabah vakti.
Yazı belki daha iyi gelir diye...
Bana her zaman huzur veren bu yer bile içimde açılmış o futbol yarasının sızısına bir şey yapamıyor.
Maçı düşünmek bile istemiyorum.
İçimden bu maçı yazmak gelmiyor diye başlık atmıştım maç sonrası yazıma...
Futbolda yenilmek elbette vardır.
Ama bu kadar kötü oynamak, rakip karşısında bu kadar aciz kalmak... Kaldıramadığım bu oldu. Milli topçularımızı böylesine dökülür halde görmek doğrusu içimi acıttı.
Doksan dakikanın sonunda 3-0’la kurtulmuş olmak bile maçın ağzımda bıraktığı kötü tadı değiştirmedi.
Gece yarısı alelacele maç izlenimlerimi gazeteye yazdırırken unuttuğum bir şey var:
Mesut Özil’in protesto edilmesi...
Bize ikinci golü atan Mesut ne zaman topla buluşsa, Berlin Olimpiyat Stadı’nda Almanların değil Türklerin çoğunluğu oluşturduğu tribünlerden ıslıklar, yuhlar yükseldi.
Bundan hoşlanmadım.
Bu tarz muameleyi sevmedim.
Mesut Özil’in, Real Madrid’de oynayan bu büyük yeteneğin Türk değil de, Alman milli takımını seçmiş olmasının böylesine protestolarla karşılanması canımı sıktı.
Bayern Münih’in büyük topçusu Hamit Altıntop gibi o da Gelsenkirchen doğumlu. İkisi iyi arkadaşlar. Kardeş gibi büyümüşler. Ama biri Türk milli takımını, öteki Almanya’yı seçmiş...
N’apalım?
Mesut köklerini inkar etmiyor. Türkçe’yi hâlâ daha iyi konuşuyor Almanca’dan.
Mesut Özil gibi üçüncü kuşak Türklerden olan Nuri Şahin ise Alman milli takımını değil, bizi tercih etmiş. Bundesliga’da, B. Dortmund’da bu yıl çok iyi oynayan milli topçumuz diyor ki:
“Ben bir Türk olmama rağmen biraz da Alman’ım. Almanya’da doğup büyüdüğüm için de gurur duyuyorum.”
Biraz da Alman olmak!
Kendini hem Türk hem Alman hissetmek...
Hem Türk hem Kürt hissetmek...
Yaşar Kemal “Ben Türkçe yazan bir Kürt romancısıyım” demedi mi?
Mesut Özil kendi köklerini yadsımıyor ama Alman milli takımını tercih ediyor.
Ne var bunda?
Ne diye binlerce kişi ayağına her topu alışında onu ıslıklıyor, yuhluyor.
Ayıp!
Olimpiyat Stadı’nda böylesine bir ayıp içinde olanlar, acaba Mesut Özil Güney Afrika’daki son Dünya Kupası’nda Alman formasıyla gol atarken onu alkışlamıyorlar mıydı? Ya da bugün Real Madrid’de başarıyla top koştururken onunla gurur duymuyorlar mı? “Bizim Mesut!”diye sevinmiyorlar mı?
Ben seviniyorum, Mesut’un başarıları benim de hoşuma gidiyor.
Mesut Özil ister istemez Almanya’da entegrasyon meselesine de kafa yoruyor. Alman milli takımında bugün Türk, Arap, Polonyalı, Portekizli, siyah Afrikalı futbolcular oynuyor. Mesut, milli takımın bu çok kültürlü yapısını Almanya’da entegrasyonun başarısına bir örnek olarak gösteriyor.
Almanya Cumhurbaşkanı Wulff da aynı kanıda. Almanya’nın birleşmesinin yirminci yıldönümü konuşmasında “İslam da Almanya’ya aittir” dediği için muhafazakar ve aşırı milliyetçi çevrelerde topa tutuldu Alman Cumhurbaşkanı...
O çevrelerde biri var, şu günlerde çok ünlendi, adı Thilo Sarrazin.
Alman Merkez Bankası Meclisi’nin önde gelen üyelerinden biri. Bu yakınlarda bir kitap yazdı, Türkleri, Arapları, bütün Müslümanları topa tuttu.
Kısacası ırkçılık yaptı.
Üstelik bir sosyal demokrat...
Kitabı şimdiye kadar 800 bin satmış durumda. ‘Sarrazin olayı’ kendisine sorulduğunda Mesut Özil, ondan hiç hoşlanmadığını, kitabını okumaya değer bulmadığını belirtiyor ve yine çok kültürlülüğün önemine işaret ediyor.
Futbol sadece futbol değildir!
Özellikle Türk-Alman milli maçı dolayısıyla bu gerçeğin altı bir kez daha çizilmiş oldu.
Mesut’ları, Nuri Şahin’leri, Hamit’leri rahat bırakalım, başarılarını ise hep birlikte alkışlayalım. Herkes kendini nasıl tarif etmek istiyorsa öyle tarif etsin. Karışmayalım, herkes kendini nasıl hissetmek istiyorsa öyle hissetsin.
Kökler, aidiyet duyguları hassas meseleler.
Hem insanların iç huzuru, hem toplumların kendi kendisiyle barışıklığı buradan geçiyor.
Dedim ya, hiç hoşuma gitmedi gurbetçilerin Olimpiyat Stadı’nda Mesut’a reva gördükleri muamele...
Yazımı yazarken, arada bir başımı kaldırıp Berlin Literatur Haus’un bahçesindeki o asırlık ıhlamur ağacını seyre dalıyorum.
Ne güzel!
Gazetelerin manşetlerinde Mario Vargas Llosa. Çok sevdiğim Perulu romancı, bireyin ve özgürlüklerin inançlı savunucusu, Nobel Edebiyat Ödülü’nün yeni sahibi oldu.
Bir bardak şampanya söylüyorum.
Çivi çiviyi söker derdi rahmetli babam...
Sonbaharın hüzünlü hali üstüne çökmüş ıhlamur ağacını seyrederken Vargas Llosa’yla birlikte, Amerika’da Norman Mailer Roman Ödülü’nü kazanan Orhan Pamuk için de kaldırıyorum kadehimi...
Literatur Haus’da başka ne yapılabilir ki.
İyi pazarlar!