GAZETECİLER de insandır...
Gazetecilerin de eşleri, çocukları vardır.
Onlar da, yakınları da herkes gibi hastalanırlar...
Sizinle bugün bir gazeteci arkadaşımızın, hasta çocuğuna gerekli bir ilaç için yaşadığı, sağlıkta “utanç” verici ya da günümüzde “paran yoksa, yaşama öl” duruma getirilişimizin küçük bir örneğini paylaşmak istiyorum.
Yılların gazetecisi Mustafa Çabuk, yaşadıkları için “Sağlıkta Devlet Terörü” yakıştırması yapıyor.
İçine düştüğü çaresizliği okuduktan sonra eminim siz de aynı görüşü paylaşacaksınız.
Kim bilir her gün hastanelerde, sağlık ocaklarında bu ve bunun gibi yüzlercesi yaşanıyor.
Ve ne yazık ki, hükümet, Sağlık Bakanlığı, Sağlık Müdürlüğü, insanların bu çaresizliklerini sadece seyrediyorlar.
Kıllarını kıpırdatmıyorlar, kıllarını (!..)
Yazık... Çok yazık!...
* * *
Mustafa Çabuk, anlatıyor:
Hastane masraflarının artması, etken maddesinin aynı olmasa da muadil ilaçların verilmesi, özel sağlık kuruluşlarının sigortalı hastalara bakmama kararının alınmasıyla “sağlıkta devlet terörü”ne alıştık.
Bakın başıma neler geldi.
Oğlum alerji hastası, dört senedir alerji aşısı oluyor. Aşılar Almanya’dan getiriliyor. Bu ilaçları getiren de Allergo diye bir firma.
Oğlum, haftada bir, 15 günde bir, üç haftada bir aşı vurulma sürecinden geçerek sonunda ayda bir aşı vurulmaya başladı. Fakat aşının aksamaması gerek. Eğer aksarsa, doktorlar, hızlandırılmış da olsa sıfırdan başlayıp tüm aşamaları tekrarlıyorlar.
Biliyorum, çünkü başımıza geldi.
Bundan üç ay önce aşı yazdırıp, Allergo şirketine başvurdum. ilacın “dişbudak” etken maddesinin Almanya’da kalmadığını söyleyerek yeniden reçete yazdırmamızı istedi.
Yeniden yazdırmak için doktora gittik. Doktor izinliydi. Doktor geldi, bu kez bu maddeler uymadığı için raporun değişmesi istendi.
Sonunda, 4 Eylül’de reçeteyi yazdırıp, şirkete geldik, ve “bakın, az bir zaman kaldı. Bu ilacın 1.5 ay içinde gelmesi gerekir. Gelir mi” şeklindeki sorumuza, “Üzerine ACİL yazarız. 1.5 ay içinde gelir” cevabını verdiler.
Aradan zaman geçti. Bu çarşamba ilacın vurulma zamanı geldi.
Geçen hafta içinde şirkete telefon ettik. İlacın gelmediğini söylediler.
Pazartesi günü tekrar aradık. Yine gelmediğini belirttiler. Ne yapacağımızı sorduğumuzda, ellerinde aynı ilaçtan olduğunu ve verebileceklerini açıkladılar.
“Tamam” dedik gittik.
Aramızda şöyle bir konuşma geçti.
- İlacı verin.
- Tamam ama ilacın parasını vermeniz lazım.
- Nasıl olur, ilacın parasını yaklaşık iki ay önce verdik.
- O sipariş verdiğiniz ilacın parasıydı.
- İyi de sonuçta ne bir kuruş eksik, ne bir kuruş fazla. Aynı para. Biz nasıl olsa bu ilacı kullanmaya mahkumuz. O ilaç geldiği zaman aynı parayı yine vereceğim. Şu anda ekonomik durumum iyi değil. Zaten ilacın parasını da vermişim. Eğer oğlum ilacı kullanmazsa aşamaları yeniden yaşayacak.
- Şirketin kuralları var. Para ödemeden ilacın çıkışını yapamıyoruz.
- Eğer elinizde böyle bir ilaç varsa. Benim siparişimi vermiyorsanız. Yanlış yapıyorsunuz. Eğer elinizde ilaç yok da herhangi bir ilaç veriyorsanız insan hayatıyla oynuyorsunuz.
- Hayır bu ilaç sizin ilacın aynısı. Ama sizin adınıza değil. Onun için parasını verip alabilirsiniz.
* * *
Bu tartışma sürdükçe, sürdü. Sonuç ne mi oldu?
Ben borcunu bir türlü tam anlamıyla ödeyemediğim kredi kartıyla parasını ödeyip ilacı almak zorunda kaldım. Çocuğumun sağlığı için mecburdum almaya.
“Peki parası olmayanlar ne yapacak” diye düşündüm.
Olmayan parayı harcatmak isteyenlerin bulduğu:
“Al-Ver Ekonomiye Can Ver” sloganını...
“Al Ver, Paran Yoksa ‘Sağlıkta’ Can Ver” olarak değiştirdim.
İyi yapmışsın Mustafa kardeş...
Sana yaşatılan bu ayıbın utancı senin değil, bizi, bu ülkeyi yönetenlerin..
Tabi yüz kaldıysa!...