Yıldönümünü geride bıraktık. Bir yıl önce, ateşin ortasındayken belki her şeyin bu kadar farkında değildik. Bu yıldönümünde daha çok video görmek, daha çok anı dinlemek imkanı oldu. Devlet ve hükümet yetkilileri daha ayrıntılı açıklamalar yaptı. “15 Temmuz” denildiğinde aklımıza gelen ilk kelime sorulsa, sanırım birincisi “kahraman” olursa, ikincisi “travma” olurdu. Ama görünen o ki, ülke, o travmayı atlatmış bulunuyor.
Dikkatle bakılırsa ülke ve ulus, askeri müdahalenin getirmesi doğal şaşkınlığını ertesi sabah atlatmıştı. Tarihimizdeki “başarılı” darbelerden sonra dahi, resmi çarklardaki derlenip toparlanma bu kadar çabuk, bu kadar ağrısız olmamıştı. Borsalar bile bir gün olsun duraklamadı! Sanki bir askeri müdahale girişimi olmamış, 300’e yakın can alan, 3 bini aşkın insanı yaralı ve sakat bırakan bir kalkışma geçirilmemiş gibi, kurumların, kuruluşların kırılan camları süpürüldü; jetlerin kullanılamaz hale getirdiği binaların yerine başka binalar tahsis edildi; Şehitler Köprüsü ve yollardaki kanlar yıkandı, devlet işleri, bankacılık, ticaret için hayat normal akışına kavuştu. Limanlar ve havaalanları bir gün olsun kapanmadı. Yoğunluğu artan tek olay, cenaze törenleri ve
Büyük komplo ve onun aleti olan “kült” örgütün faaliyetleri, 15 Temmuz’da doruğuna ulaştı ve yüzüstü çöktü. O gecenin şoku ve 16 Temmuz’un sevinçli hüznü, geçen günler içinde yerini anlama çabasına bırakırken, bir çok kişinin aklındaki ilk soru “Biz bunu aleme nasıl anlatacağız?” oldu. Bir dostumuz, takip eden günlerde o gece ve ertesi günlerde yabancı tanıdıklarından gelen soruları, bunlara verdiği cevapları yayınladı. Bir diğeri, “100 Soruda..” kitaplarının benzeri makaleler kaleme aldı.
O travmanın sebep olduğu yeni bir sorumluluk duygusuyla, kalemini kaldırdığı kutudan geri alan bu satırların yazarı ise darbe girişiminin üçüncü gecesi, “bunun darbe olmadığını, kalkışmanın bir hükumet darbesi yaparak, yönetime el koyma amacıyla yapılmadığını” önü sürdü. Hareket Ordusu (31 Mart 1909) kalkışması hariç, bu topraklarda yapılmış darbeler ve müdahalelerinin hepsini yaşamış bir yurttaş olarak, bana, ertesi gün hükumet etme sorumluluğunu alacak olan Silahlı Kuvvetlerin, işe Cumhurbaşkanını öldürmeye teşebbüs ile başlaması, TBMM’yi bombalayarak devam etmesi, köprülerde-kavşaklarda, kışla kapılarında, belediye ve polis karakolu önünde halkı makinalı tüfekle taraması, işin “doğasına”
Suriye’de bir terör örgütünün bir diğer terör örgütüyle, ABD himayesindeki savaşını kimin kazanacağı artık bellidir. DEAŞ ile mücadelenin Irak ayağında ise, işbaşındaki Şii yönetiminin gönülsüz Sünni Irak askerleri ile devşirme Kürt birliklerinin (ki ne kadar reddetseler de aralarında PKK da var) Musul savaşını kazandığı belirtiliyor.
Trump-Putin arasındaki Hamburg Zirvesinin, ne Rusların ABD seçimlerine müdahalesi, ne Kore Yarımadasının geleceği ile değil, sadece Suriye’de DEAŞ sonrasının tasarımıyla ilgili olduğu yazıldı. ABD, daha önceden katılmadığı Astana Çatışmasızlık Bölgesi planına kısmen katılmayı kabul etti, güneybatı Suriye’de yeni bir ateşkese razı oldu.
Suriye iç savaş sonrası birkaç parçaya bölünecekse, ABD’yi ilgilendiren tek parça güneybatı Suriye’dir. Çünkü bu bölge, İsrail’in güvenliği ile doğrudan ilgilidir. Nitekim Esad’a yardımcı olan İran birlikleri ve Hizbullah teröristleri de bu bölgeye yoğunlaşmış bulunuyorlar. ABD’nin bu yörede altı havaalanı birden yapmakta olduğu biliniyor.
Özetle, kimse kuzeydeki Rakka ve Irak’taki Musul’da, DEAŞ sonrası ne olacağıyla ilgili fazla bir plana sahip değil. ABD’nin Rakka’da “Suriyeli Kürtler” adı altında öne sürdüğü PKK
Terörün sosyolojisi ile ilgilenen bilim dalı, Uyuşmazlıkların Çözümü (conflict resolution) ana başlığı altında toplanıyor. Bu alanda yapılan uluslararası toplantılar, sunulan bildiriler ve yayınlanan makalelerin sayısı neredeyse tıp alanındakilere yetişiyor. Sebebi ulusların, çatışmalarla dünyaya yeniden şekil verme çabalarından bıkması olmalı. İnsanlık
barış istiyor.
Uyuşmazlıkların Çözümü alanındaki ilk çalışmalar, 1914’de başladı. Bu disiplinin ilgi alanı resmî aktörler (devletler) arasındaki uyuşmazlıklardan, resmî olmayan aktörlere doğru genişledi. Başka bir ifadeyle, kimine göre terör örgütü, kimine göre özgürlük savaşçısı oluşumlara. Bir dili konuşanlar, bir dine inananlar, bir mezhebe bağlı olanlar, bir etnik gruba mensup bulunanlar, bu dile, dine, mezhebe ve etnisiteye getirilen yasağın kaldırılması için taleplerini şiddetten başka bir yolla bildirme imkanı bulamayabilirler. Türkiye’de örneğin, 1920’de Birinci Meclis’te kurulmuş büyük uzlaşma ile Türk ve Kürt halkı, el ele yeni cumhuriyeti inşa ederken, birden masalar devrildi; anlaşmalar çöpe atıldı ve “Kürdistan mebusları” kendilerini “Tunceli Saylavı” olarak buldular.
Bu ret ve inkar siyaseti,
bir süre sonra
Irak’ın neye hükmettiği pek kesin olmayan hükümeti, “DAEŞ’in bittiğini” açıkladı; “Hayali İslam Devleti çöktü” dedi. Eğer zannettiğimiz veya iddia edildiği gibi Musul, DAEŞ’in güçlü olduğu noktalardan biriydi ise, şu ana kadar dağlar gibi terörist cesedi yığını görülürdü. Irak’ta hiçbir etnik grubun basın ahlakı, böyle bir iftihar vesilesine engel olamazdı. Ama görmedik. DAEŞ, nasıl Iraklı komutanlar ciplerine binerek ve yerlerini alan (Saddam günlerinden tanıdıkları arkadaşları olan, ama şimdi DAEŞ militanı adıyla bilinen) teröristlerin adeta ellerini sıkarak Musul’dan ayrıldılarsa, öyle görünüyor ki bugün de tersi bir senaryo ile kurtarılıyor. Bölge ve dünya halkı DAEŞ’in dehşet verici kafa kesme ritüellerinden (veya mavi ekran video montajlarından) öyle bıktı ki, artık kimin nereden nasıl defedildiğine o kadar da dikkat etmiyor.
Bitişin ayrıntılarına çok kişi değinecektir; ama başlangıcına ilişkin bir notu paylaşmak gerekiyor. Adının Arapçasından önce, İngilizcesi icat edilmiş bu örgütün ilk ismi, ISIL diye kısaltılan “Islamic State of Iraq and the Levant” idi. Buradaki dil sürçmesi fark edilmiş olacak ki, bu isim hemen IŞİD’e döndürüldü: Irak ve Şam İslam Devleti.
Nedir bu dil
Churchill, İngiliz donanmasını kömürden petrole çevirmeye karar verdiğinde, gerçekte Osmanlı İmparatorluğu için ölüm, Araplar için de petrol kaynakları kuruyuncaya kadar sürecek sömürge fermanını imzalamış oluyordu. Bu imzayladır ki T. E. Lawrence, G. Bell, Mekke emiri Hüseyin bin Ali ve oğulları, Mark Sykes ve François Georges-Picot, Lordo Balfour ve İsrail dünya tarihinde boy gösterdiler. Eğer ihtiyar Suud Kralı, şimdilik yetkilerini ve yakında tahtını 32 yaşındaki ihtiraslı ve beceriksiz oğlu Muhammed’e kaptırdı ve kaptıracaksa bunlar hep Churchill’in o kararının uzantılarıdır. Hatta diyebiliriz ki parçası oldukları toplumların asli unsuru olarak pek mutlu olmasa da barış içinde bir yaşam süren dört Kürt toplumunu, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi parçalama pahasına bağımsızlık savaşı yoluna iten de bu kararın bir uzantısı olarak Irak ve Suriye’nin var olmasına yol açan Petrol Boru Hatları siyasetidir.
Bu siyaset, Irak ve Suriye içine ekilmiş ve bu iki ülkeyi sürekli tehdit eden ihtilaf tohumlarının Amerikalı Neoconların nazarında yetersiz hale gelmiş olması sebebiyle artık geçerliğini yitirdi ve bir süredir bu ülkelerin ikiye, üçe hatta dörde bölünmesi için
ABD’de bu yıl 6 yerde boşalan koltuklar için Temsilciler Meclisi özel ara seçimleri yapıldı ve 5’ini Cumhuriyetçiler kazandı. Üstelik bu kişiler sıradan Cumhuriyetçiler değil, Trump ile yakın bağları bulunan, Trump’ın desteklediği adaylardı. Cumhuriyetçilerin son zaferi Georgia eyaletinin 6’ncı seçim bölgesinde Karen Handel’e ait.
Kazananlarla ilgili yorumlarda bunun Trump için plebisit olduğu söyleniyor. Georgia, belki de Trump’la ilgili görevden alma soruşturmasının ayyuka çıktığı bir zamanda yapılıyor olması sebebiyle özellikle önemliydi. Demokrat Parti, varını yoğunu aday Jon Ossoff’un kampanyasına koymuştu. Amerikan dışişleri mensuplarının geleneksel okulu Georgetown Üniversitesi Dış Siyaset Okulu’nu bitirmiş ve Londra Ekonomi Okulu’ndan yüksek lisans derecesi almış olan Ossof, 5 yıl Kongre’de bir Demokrat milletvekilinin dış siyaset ve ulusal güvenlik yardımcısı olarak çalışmış, çok sayıda yasanın ve kararnamenin mimarı olmuştu. Amerika ölçüsüyle, tipik bir siyaset memuru, siyaset uzmanıydı. Ne var ki ABD’de siyasetin ölçüleri geçen kasım seçimlerinden bu yana belki de temelli ve temelinden değişmiş bulunuyor: Siyasal bir kurumda, bir siyasal görevde çalışmış olmak ve “Ben
ABD, 2014’te askerlerinin Suriye topraklarına ayak basmalarına karar verdiğinde, amacını sadece DAEŞ’i yok etmek olarak açıkladı. Rus gözlemciler, Amerika’nın
hedefinin bununla sınırlı kalmayacağını, Amerikalı Neocon’lar ise
kalmaması gerektiğini söylediler. Ama
başta Türkiye’deki yazarlar olmak üzere, bütün Batı basını ve siyasetçileri bu
açıklamayı doğru saydılar.
Sayın Davutoğlu henüz başbakan olmuştu, ama o zamana kadar dışişleri bakanı olarak görev yaptığı için gelişmelere yabancı değildi. Türkiye bir büyük görev devir-tesliminden geçiyordu. Yapılan açıklamalar ihtiyatlı bir iyimserlik içeriyordu.
Nitekim Rus uzmanların tahlilleri doğru çıktı ve ABD geçen hafta sonu baklayı ağzından çıkardı. Bir Suriye uçağı PKK/PYD güçlerinin mevzilerini bombalamaya başlayınca, ABD F-18 ile Suriye uçağını düşürdü ve şu açıklamayı yaptı:
“Koalisyonun misyonu, Irak ve Suriye’de DAEŞ’i yenmektir. Koalisyon, Suriye rejimi, Rusya veya onlarla ortaklık kurmuş olan rejim yanlısı güçlerle çarpışmak istememektedir, fakat koalisyon ve ortaklarına ait güçleri herhangi bir tehditten korumakta tereddüt etmeyecektir.”