Meğer “Milenyum çağı” diye güle oynaya girdiğimiz 2000’li yıllar, “virüs çağı”ymış. Uzayda yaşam, yapay zekâ, uçan araba derken; nasıl el yıkayacağımızı, evde yaptığımız ekmeğin nasıl kabaracağını konuşur olduk haftalardır.
Yeni virüslerin ortaya çıkma sebeplerinden biri de egzotik hayvanlarla giderek artan oranda temasa girmemiz. Balta girmemiş ormanlarda sürekli daha derinlere giriyor ve oradaki biyolojik çeşitliliği monokültüre indirgiyoruz.” Almanya’da koronavirüs önlemlerini yöneten Robert Koch Enstitüsü’nün başkanı Lothar Wieler’e ait bu tespit. Bağışıklık sistemi profesörü Vedat Bulut’un saptaması ise bu tespiti bir adım ileriye taşıyor: “Ekosistemin bozulması halinde yeni virüsler ve salgınlarla karşılaşacağımız açık. Örneğin Latin Amerika bölgesinde görülen Zika virüsünü taşıyan sinek türü, küresel ısınmanın etkisiyle geçen yıl ilk kez Türkiye’de gözlendi. Önümüzdeki 5 yıl içinde Zika hastalığını biz de yaşayabiliriz.
Tanışmadığımız virüsler
Aslında bu süreç bize, insanlığın ve kurduğu medeniyetin, ekosistem karşısında ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Başka coğrafyalar buna zaten yıllardır aşina. Mesela rotavirüs! Her yıl ortalama 500 bin insanı öldürüyor. Çoğu da çocuk! Ama can kayıplarının büyük kısmı, ölümlerin dünyanın geri kalanı için sadece istatistikten ibaret olduğu Afrika’da yaşanıyor.
O yüzden de rotavirüs, koronavirüs kadar konuşulur olmadı hiçbir zaman. Ya da “chagas hastalığı.” O da koronavirüs gibi hayvan kökenli. Öpücük böceğinin ısırmasıyla insan enfekte oluyor. Yılda yaklaşık 40 bin ölüm yaşanıyor. Ölenlerin çoğu Latin Amerika köylüleri tabii! Gezegenin “zengin” kuzeyinin pek de dikkatini çekmeyecek yaşamlar yani. Ancak değişen iklim-doğa koşulları ve teknolojik gelişmeler, bu durumu değiştirecek gibi görünüyor. Hastalıkların yayılım sürecinin bu faktörlerden etkilendiği, açık bir şekilde kendini belli ediyor. Uçaklar ve kargo yoluyla başka coğrafyalara taşınan sivrisineklerin, havaalanı çevresinde sıtma hastalığı yaydığını biliyoruz. Ya da kuruyan sulak alanlar nedeniyle göç yolları değişen kuşların, taşıdıkları parazit ve virüsleri başka enlemlere yaydığını da… İşte Kırım Kongo Kanamalı Ateşi. 500’den fazla insanımız öldü son 18 yılda Kırım Kongo’dan. Aynı koronavirüs gibi RNA virüsü temelli bir hastalık o da. Kaynağı ise coğrafyamızda bir anda beliren bir kene çeşidi. Zaten keneler, hayvan ve insanlara bulaşan 200 kadar hastalıktan sorumlu.
Silah değil mutasyon
Bu derece iç içeyiz yani ekosistemle. Öyle kendimizi beton duvarlarla örerek de kurtulamıyoruz yabana verdiğimiz tahribatın yıkıcı etkisinden. Bunu, koronavirüs ile net olarak anladık. Çin’de canlı hayvan pazarından yayıldığı sanılan bu virüs, yaban hayvanlarının metalaştırılmasının acı bir faturası oldu. Unutmayalım Sars virüsü de Çin’deki canlı hayvan pazarında satılan “misk kedisi”nden insana sıçramıştı. Koronaya göre çok daha öldürücü olan Mers virüsü ise Orta Doğu mutfağının protein kaynağı deveden insana geçti. Bir dönem tavuk döneri menülerden çıkaran “kuş gribi” de yine tavuk kümesinde doğdu. İnfluenza; yani domuz gribi de domuz çiftliğinden yayıldı.Sadece son 20 yılda hayvancılığın başımıza açtığı salgın belaları bunlar. Hal böyleyken ekosisteme müdahalemizi ve hayvancılığı mutlaka sorgulamalıyız. Belki gıda sisteminin ve sofralarımızın bu kadar ete dayalı olmasını da tartışmak gerek. Zira artık biliyoruz ki, son kertede kimin kimi yiyeceğine silahı elinde tutan değil, mutasyon karar veriyor
.