Sabahattin Ali, Sinop Cezaevi'nde yazdığı "başın yere eğilmesin... Aldırma gönül aldırma" dizeleriyle gönüllerde yaşıyor.
Söz suçlusu(!) Sabahattin Ali, cezaevinde olmadığı zamanlar çoğu kez kaçaktı...
Zekeriya Sertel "HATIRLADIKLARIM" adlı kitabında anlatır:
"Gene kaçak yaşadığı günlerde dayanamaz ve bir akşam tanınmayacağını sanarak Beyoğlu'ndaki ünlü Taksim Gazinosu'na gider.
Bakar ki, büyük salonda nal şeklinde ziyafet masası kurulmuş.
Masanın baş köşesinde zamanın valisi Lütfi Kırdar...
Göz göze gelirler.
Sabahattin şaşırır.
Ama artık dönmek de olanaksız.
Vali Kırdar, Sabahattin'i tanır, sofrasına davet eder.
Bunun üzerine Sabahattin Ali 'oldu olacak teslim oluyorum, tevkif ettiriniz' der.
(Çünkü hakkında 5 tevkif müzekkeresi çıkmıştır, polis her yerde onu aramaktadır.)
Vali Lütfi Kırdar güler.
'Sabahattin, ben valiyim polis değil. Hele otur, misafirim ol' der.
Saatlerce yenir, içilir, sohbet edilir.
Gece bittiğinde de Vali Kırdar, maiyet polisini çağırır 'Sabahattin Bey'i istediği yere kadar götürünüz' emrini verir."
İşte yazara, çizere gösterilen nezaket ve saygı...
Gelelim günümüze...
Parlamento Genel Kurulu'na açılan iki kulis, TBMM Başkanlık Divanı kararıyla gazetecilere yasaklanmış.
Güya... Milletvekilleri, Genel Kurul'dan çıktıktan sonra oturacak, aralarında konuşacak yer bulamıyorlarmış.
Aradaki farka bakar mısınız?
Kırdar, polisin aramakta olduğu kalem adamı Sabahattin Ali'yi ziyafet sofrasında yanına oturtuyor...
Bizim milletvekilleri ise, kulisteki sıra sıra koltuklardan birkaçını bile kalem işçilerimize çok görüyor.
Aslında sorun sandalye ya da koltuk değil... Eleştiriye, yazıya, çizgiye tepkidir.
Medyaya tahammülsüzlüktür.
Elbette Parlamenter'lerin tümü değil... Ama satırlarımızın adresi, Başkanlık Divanı'nı böyle bir kararı almak için etkileyenlerdir.
Gazetecilerin, basın localarından Genel Kurul görüşmelerini izlemeleri, Meclis kulislerinde haber kaynaklarıyla rahatça konuşmaları, yaptıkları kamu görevinin, topluma hizmetin zorunlu gereğidir.
Aslında... Bir süredir "medyaya karşı olmak", siyasetçiler arasında giderek yaygınlaşan bir tavır.
Bunda, milletvekili maaşları için olduğu gibi amacını aşan, politikacıyı küçük düşüren, abartılmış ve haksız bazı yayınların etkisi oldu.
Ama... Başta "kıyak emeklilik" türü nalıncı keseri yasalar olmak üzere, "milletvekillerinin bazılarının astronomik sağlık harcamaları, skandalları, bürokrasiye torpiller ya da adam sürdürmek, liderlere kayıtsız şartsız itaat, yıkamalar, yağlamalar gibi eksilerinin topluma yansıtılması" öfke yaratmış olmalı.
Bir süredir, medyadan adeta öç alınmakta.
Örneğin, RTÜK gibi en gerekli sayılabilecek yasa değişiklikleri bile, birileri tarafından yıllardır savsaklanıyor.
200 dolaylarındaki televizyonun gerçek sahiplerinin belli olmaması, yasaya karşı "hülle" durumu, göz göre göre sürdürülüyor.
Yasa yapmakla görevli TBMM'de olacak şey mi bu?
Bu tavrın sahipleri, yasadaki "televizyonlarda yüzde 20'den fazla hisse sahibi olunamayacağı" yolundaki hüküm değiştirilirse, "bunun tekelleşme sonucu yaratacağını, sermaye ile medyanın içiçe gireceğini" iddia ediyorlar.
Oysa... Dünyanın her yerinde en büyük ve saygın gazetelerin, televizyonların sermayelerinde sanayi, finans ve ticaret kuruluşları yer alır.
Çünkü... "Bağımsız yayıncılık" için "ekonomik bağımsızlık" güvencedir. Devlete el açılmamalıdır.
Önemli olan, sermaye yararlarının yayıncılık ilkelerine ve kamu yararına etki yapmamasıdır.
Ama... Tutun ki böyle bir sermaye sakıncası var.
Medya, bütünüyle diğer iş alanlarından soyutlansa, acaba kaçı ayakta kalır?
"Gerçek tekel" o zaman oluşmaz mı?