Genç kadına "Çiçeklerinizin boynu bükük? Neşeli menekşeler bile dik değil. Neden?" diye sordum. Cevabı, "Onları çizdiğimde, yaşam beni çok kırmıştı" oldu.
Sesi menevişliydi.
Sonra, gözleri pırıl pırıl, bembeyaz dişleriyle gülümsedi. Anlattı:
"Önceleri öyleydi. Ama, artık karanfillerimin, güllerimin, menekşelerimin başları dik. Çünkü, yaşamla barıştık. Salonun diğer duvarlarında, son bir - bir buçuk yılda çizdiklerim var. Onlar da çiçeklerim. Acıyla değil neşeyle oluştular."
Adı... Eda Özbekkangay... Ebru sanatçısı.
Atölyesi de, evi de ebru sanatının merkezi, Üsküdar Sultantepe'deki Özbekler Tekkesi...
Hoca Ahmet Yesevi geleneğinin "el işte, gönül oynaşta" sözünün tam yerini bulduğu, bin bir sanat ve zanaatın ustaları Hezarfenlerin evi...
Ebru sanatını, Özbekistan'dan Türkiye'ye taşıyan Hezarfen Şeyh İbrahim Efendi'nin ebru ve meşk yuvası...
Eda Özbekkangay, Şeyh İbrahim Efendi'nin küçük torunu...
Yetiştiği, yaşadığı aşı boyalı köşkü yansıtayım...
Hilafet nedeniyle, hacca giden Özbekler, önce İstanbul'a gelirlermiş. Halife - padişaha saygılarını iletip hac için - simgesel - izin alırlarmış.
Bu gelenekte, hacı adaylarının deve kervanları, Üsküdar'ın arka sırtlarındaki Sultan Tepe'de konaklarmış. İşte, Sultantepe'deki Özbekler Tekkesi, Sultan III. Mustafa tarafından bu nedenle, Özbeklerin başı Nakşi şeyhine verilmiş. Cumhuriyet döneminde ise musikişinasların buluşma yeri olmuş. Güzel Sanatlar Akademisi ebru sanatı kürsüsüne hocalar yetiştirmiş.
Yeseviliğe has tarikat folkloru orada yaşatılıyor.
Tekke'de, Kadir geceleri kazan kaynıyor, havuçlu, etli ve ince kıyılmış portakallı Özbek pilavı pişiyor. Yoksullarla paylaşılıyor.
Yemek duasından sonra, mescid - i tevhidhane'de yatsı namazına kadar mevlit ve Çağatay - Uygur Türkçesiyle ilahiler okunuyor, Tekke şeyhinin Özbek Türklerine ait "Çapan" adı verilen özel giysili rehberliğiyle "sakal -ı şerif" (Muhammet Peygamber'in sakalı) ve "türbe örtüsü" ziyaret ediliyor.
İşte Eda Özbekkangay böyle bir ortamın mirasçısı.
Anlatıyor:
Sadece Tekke değil, orası bir bilim merkeziydi de...
İbrahim Efendi, tekkenin kuyusundan su çekebilmek için bir makine, ebru çalışmaları için bir litografya aygıtı, 3 beygir gücünde bir buharlı makine ve çeşitli amaçlarla kullanılan, büyüklü küçüklü makinelerin de mucididir. 1867 Paris sergisinde ödül almıştır.
Dokumalarıyla ve ebrularıyla Sultan Abdülaziz'i adeta büyülemiştir.
Osmanlı'da ilk kurşun boruyu döken de odur. Tophane askeri okulunun kurucularından olduğu söylenir.
Eda, ünlü müzik adamı Ahmet Ertegün'le kardeş çocukları...
Ahmet Ertegün'ün babası Washington büyükelçimiz Münir Ertegün de bu dergahın terbiyesini almıştır. Washington'da, kültür derinliğiyle bıraktığı izler öylesine etkiliydi ki, naaşı Türkiye'ye, ABD tarafından Missuri denizaltısıyla gönderilmişti.
Eda'ya dönelim... Daha çocukluğundan başlayarak ebru sanatının içinde yoğrulur. Eğitimini tamamladıktan sonra, ebru çalışmalarını sürdürürken, profesyonel yaşamda bir kuruluşun halkla ilişkiler yöneticisi olur.
Ve bir iş kazası...
Çalıştığı kurumun fork - lifti, sağ bacağını paramparça ederek üzerinden geçer.
Karar; "bu bacak kesilecek..." İşyerinde, onunla ilgilenen yok. Dahası... işine son verilmiş. Artık, kocası da yanında yok.
Yapayalnızdır.
Bir gece kendi kendine karar verip başka hastaneye yatar. Bacağını kurtarırlar.
Eda, ebru çalışmalarına odaklanır. Yüzyılların geleneği ebru sanatında, damar damar "battalın" üzerine çicekler resmeder. Boynu bükük çiçekler... Çünkü onu çok kırmışlar.
Sonra... Aşkı Emrah'ı bulur. Nişanlanırlar. "Battal" damarlarındaki renkler de canlanır. Eda'nın "Battal" üzerine düşürdüğü güller, karanfiller ve menekşelerin başları da doğrulur. Eda ile Yıldız - Silahhane'deki sergisinde konuşurken (mutlaka görünüz) tıpkı "çiçekleri" gibi dik ve neşeliydi.
Dünya kadınları gününde Eda'yı yazmak istedim.