Başlık biraz provokatif gelebilir, ancak konunun doğası gereği bu normaldir. Özellikle de MGK’nın açılımını açıkladığımızda, bunun bir trajedi değil, yalnızca transatlantik ilişkilere ve Türk savunma sanayinin son 35 yıldaki atılımlarına hayranlık duyan biri için bir “dram” olduğunu göreceksiniz.
Türk savunma sanayi, yalnızca Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılamakla kalmadı; NATO müttefiklerinin de gereksinimlerini uygun fiyatlarla karşılayabilmesini sağladı. Bu başarı, NATO’nun kurucu antlaşmasının üçüncü maddesinde belirtilen savunma yükümlülüklerinin yerine getirilmesine katkı sağlarken, sektördeki tekelci yapıyı da kırarak rekabet ortamı yarattı.
Bununla birlikte, Türk savunma sanayinin daha derin bir işlevi de bulunuyor: Türkiye, İttifak dışındaki üçüncü ülkelere gerçekleştirdiği savunma sanayi ürünleri ihracatıyla, bu ülkelerin savunma doktrinlerini NATO standartlarına yaklaştırıyor. Örneğin, Türk MKE’nin ürettiği mühimmat, Alman tüfekleri ve ABD tabancalarıyla uyumlu çalışıyor. Benzer şekilde, Fırtına obüsleri için üretilen mühimmat, diğer NATO ülkelerinin 155 mm toplarıyla eşleşiyor. Bu teknolojik entegrasyon, NATO’nun çok uluslu ve çok katmanlı harekat düzenleme kapasitesini destekliyor.
Daha fazla görünürlük
Bu başarılar, Türk savunma sanayinin global etkisini gösterse de, sektörümüzün uluslararası platformlarda yeterince temsil edilmediği gerçeğini değiştirmiyor. Münih Güvenlik Konferansı (MGK), bu noktada Türk savunma sanayi için büyük bir fırsat. MGK, savunma ve güvenlik alanında bir “Davos” niteliği taşırken, yalnızca transatlantik ilişkilerle sınırlı kalmayıp Ortadoğu, Afrika, Asya-Pasifik gibi bölgelerin güvenlik sorunlarını da ele alıyor.
Konferansın yeni başkanı Jens Stoltenberg, Türkiye’nin yakından tanıdığı bir isim. Eski NATO genel sekreteri olan Stoltenberg, aynı zamanda New York’taki Modern Sanatlar Müzesi’nin (MoMA) Kanadalı Başkanı Marie-Josee Kravis ile birlikte Bilderberg düşünce grubunun eş başkanlığını da yürütüyor. Türk savunma sanayinin, MGK gibi etkinliklerde daha fazla görünürlük kazanması gerekiyor. Bu platformlarda oturumlar finanse etmek, özel yuvarlak masa toplantıları düzenlemek ve Türkiye’nin küresel güvenlik meselelerine çözüm üreten yaratıcı bir aktör olduğunu göstermek, sektöre boyut atlatabilir.
Özel sektör katkısı
Devlet zaten bakan düzeyinde bu etkinliklerde yer alıyor ve Türk düşünce kuruluşları da bu platformlara katkı sağlıyor. Ancak özel sektörün, özellikle Aselsan, Baykar, Havelsan, Roketsan gibi şirketlerin, SASAD çatısı altında birleşerek bu girişimlerde öncülük etmesi şart. Bu harcamalar, bir işletme gideri (OPEX) değil, uzun vadeli bir yatırım harcaması (CAPEX) olarak düşünülmelidir. Bu adımlar, Türk savunma sanayinin global tanınırlığını artırırken, aynı zamanda Türkiye’nin dış politikasına katkı sağlayacaktır.
2025, Türk savunma sanayinin sadece silah fuarlarında değil, uluslararası savunma ve güvenlik forumlarında da aktif rol üstlendiği bir yıl olmalı. Bu çabalar, yalnızca sektörün ihracat potansiyelini artırmakla kalmaz, aynı zamanda Türkiye’nin küresel güvenlik stratejilerindeki yerini güçlendiren bir kaldıraç işlevi görür. Türk savunma sanayi, yalnızca teknoloji üreten bir sektör değil; aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası prestijini destekleyen bir diplomasi aracı haline gelmelidir.