16 yıl önce iktidara gelirken, Almanya siyasetinde bir ‘çığırın’ açılmasına neden olmuştu. Muhafazakâr bir ülke olarak bilinen Almanya’nın ilk kadın Şansölyesi sıfatına nail oldu. Ayrıca Almanya’nın birleşmesinden sonra Doğu Alman kökenli ilk Başbakan olma unvanını da eline geçirdi. Çığır belki de bununla sınırlı. Zira Angela Merkel’in ekonomi politikalarındaki başarısının altındaki sır aslında selefi olan Gerhard Schröder’in gerçekleştirmiş olduğu kapsamlı ekonomik reformlar. İş piyasasına getirmiş olduğu esneklik, saat başı ücretlerin düşürülmesi ve sosyal hakların sınırlandırılması gibi Alman ekonomisini yeniden canlandırıp rekabetçi bir kimliğe büründürmek üzere yaptığı derin değişiklikler, Schröder’in koltuğunu kaybetmesine neden olmuştu. O tarihten bu yana Merkel’in, çok kapsamlı ve ülkenin rekabet gücünü arttırabilecek derin bir çalışması olmadı. Buna karşılık iyi bir muhafazakâr olarak Schröder’in ekonomik reformların meyvelerini sürdürmek için ekonomi politikasını muhafaza etmesini bildi. Dünya siyasetinde selefinin yapmış olduğu reformlardan istifade eden halef örneği çoktur. İngiltere eski başbakanı Tony Blair, Margaret Thatcher ve John Major’ın reformlarının meyvesini yedi. Fransa’da da François Hollande-Nicolas Sarkozy örneğinde olduğu gibi. Obama’nın ekonomi politikalarından da kısmen de olsa Trump yararlandı.
Avrupa Birliği (AB) açısından bakıldığında, Merkel aslında büyük bir başarıya imza atmadı. Bütün uğraşı sadece Alman halkının refahına ve huzurunun muhafaza edilmesine yönelikti. Bir başka deyişle Merkel, AB içerisinde çığır açacak bir politika izlemedi. Mülteci krizini iyi yönetemeyen Merkel, önce sınırları kapalı tuttu, sonra birden açtı, ardından da tepkiler üzerine yeniden kapattı. 2008 ve 2011 ekonomik krizlerini ülkesi adına nispi ölçülerde yönetti. Ancak AB genelinde ve Yunanistan özelinde iyi yönetemedi. Yunanistan’ı kurtarmaya son dakikada karar verdi. Özgürlükler alanında Almanya’nın yerleşik özgürlüklerini sınırlandırmama çabasına girdi. Pandemi sürecini de AB’ye üye diğer ülkelere göre oldukça iyi yönetti. AB’ye üye ülkelerdeki özgürlük sorunu ve Çin ile ilişkiler konusunda birçok çelişki yaşamadı değil. Zira Almanya’nın enerji politikası konusunda da ülkeyi ilginç bir ikileme itti. Nükleer santrallerin kapatılmasına karar veren Merkel, Almanya’yı enerji açısından 6. nesil kömür santralleri ve Kuzey Akım 2 projesi ile Rusya’dan gelecek olan doğalgaza bağımlı kıldı. Polonya ve Macaristan gibi ülkelerde yaşanan insan hakları ihlalleri konusunda ise sessizliğini olabildiğince muhafaza etti. Buna rağmen, New York Time gazetesi yazarlarından Anna Sauerbrey, ‘Güle Güle Merkel, bir zamanlar özgür dünyanın lideriydin’ başlıklı, Merkel’in demokrasi ve özgürlükler değerlerine sahip çıkan dünyadaki tek lider olduğuna vurgu yapan biraz da duygusal bir yazı kaleme aldı. Liberal değerlerin dünyadaki öncüsü olarak bilinen The Economist ise bu hafta çıkan sayısında Merkel’in, ülkede alt yapı, değerler, bilişim, ekonomi, Çin’le ilişkiler, enerji politikaları ve AB’ye önderlik yapacak politikalar alanında adeta bir enkaz bıraktığına vurgu yapıyor; Merkel sonrası sandıktan çıkacak olan hükümetin işinin zor olacağına dikkat çekiyor.
Buna rağmen ülkesinde hala çok popüler olan nam-ı diğer ‘Mutti’, yani anne lakaplı Merkel, halkına her zaman sahip çıktığı, bir anne gibi ilgilendiği intibaını yaratabildi. Alman halkını ekonomik ve göçmen krizinden koruyabilen Merkel, Suriye, Afganistan, Irak gibi dışarıdan gelen asimetrik sorunlardan da etkilenmemelerini sağlayabildi. Unvanını da bu sayede genişletti. Almanya, Avrupa ve dünya siyasetinde her şeye rağmen adı sitayişle anılacak bir lider olarak tarihe adını yazdırmış oldu. Bundan sonra haleflerinin kolları sıvayıp Almanya’nın dünyadaki konumunu pekiştirmek üzere önemli politikalar geliştirmeleri gerekiyor. Zira Almanya, ABD, Transatlantik ilişkiler, bilişim, teknoloji, enerji politikaları ve Çin’le ticari ilişkiler konusunda bir kıskaca girdi.
Almanya seçimlerinin ana başlıkları
Bugün Alman halkı sandığı gidiyor. Seçmenin 5 önemli önceliği bulunuyor. Bunlardan birincisi ve en önemlisi küresel ısınma ve çevre konuları. Alman halkının %67’si Almanya’nın küresel ısınmayla yeterince mücadele etmediğini düşünüyor. Bu alanda hükümetin yeterli ölçüde irade sergilemediği kanısında olan seçmen yeterince yatırım da yapılmadığını düşünüyor. İkinci konu ise AB. Alman halkı AB’nin aşı kampanyasında yeterince etkili olmadığını ve AB kurumlarının üye ülkelerin sorunlarına yeterince cevap vermediğini düşünüyor. Alt yapı eksikliği ise Alman halkının bir diğer kaygısı. Bu kaygı yaz aylarında yaşanan sel felaketi esnasında daha fazla gündeme geldi. Kontrolsüz göç ve yasadışı göç akımları yine seçmenin kaygıları arasında. Çin’e karşı sergilenmesi gereken tutum da seçmenlerin beklentileri arasında yer alıyor. Alman halkı hükümetin Çin’de yaşanan insan hakları ihlallerine karşı yeterince kararlı bir tutum sergilemediğine ve Almanya’nın çıkarlarını yeterince göz önünde tutmadığına inanıyor. Transatlantik ilişkiler de yine Alman seçmeninin gündeminde. ABD ve NATO’nun önemine vurgu yapan seçmenler, transatlantik ilişkilerinin niteliği ve niceliğine önem veriyor. Anketlerde önde görünen Sosyal Demokrat aday Olaf Scholz ile Merkel’in halefi konumundaki Armin Laschet’in seçim kampanyasının son gününde NATO ve ABD ile olan ilişkilere vurgu yapmaları bir tesadüf değil. Yeşiller Partisinin parti tüzüğünde nükleer başlıklı silahlar konusunda görüşünü değiştirdiğini hatırlatması da oldukça manidar.
Anketlerde Sosyal Demokrat aday önde görünüyor. Çevre konuları Alman seçmeninin kaygıları arasında yer alsa bile, Yeşiller adayı Annalena Baerbock’un vergi ve intihal skandalından dolayı bu trendden iyi bir şekilde yararlanamıyor. Seçmenin %25’i ise hala kararsız. Kararsız seçmenler, sandık neticelerini ve hükümet aritmetiğini belirleyecek olan kitleyi oluşturuyor.
AB-Türkiye ilişkilerinde çevre boyutu
Uzun bir aranın ardından AB, Türkiye ile yüksek düzeyli siyasi diyaloğu nihayet yeniden başlattı. Diyaloğun ilk toplantısı çevre konusunda gerçekleşti. Avrupa Komisyonu’nun Başkan Yardımcısı Frans Timmermans, Brüksel’de Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’u ağırladı. AB’nin Türkiye ile çevre konusunda atabileceği adımları ve yapılacak yatırımların potansiyel finansmanı ve projeleri ele aldılar. AB-Türkiye ilişkilerinin sadece güvenlik veya yasadışı göçle mücadele ile sınırlı kalmaması çok önemliydi. Çevre konusunda da iki komşu topluluk arasında iş birliğinin geliştirilmesi önemli. Zira Türkiye, ABD ve AB ‘Fit for 55’, ‘Yeşil Mutabakat’ ve buna bağlı olan ‘Paris Anlaşması’ ile stratejik tedarik zinciri çerçevesinde transatlantik ilişkileri güvenlik konularıyla sınırlı tutmayı bir kenara bırakıp, kapsamını başka alanlara geliştirme imkanına da sahip olmuş olacak. Türkiye’nin Paris Anlaşmasını imzalama iradesi de bu açıdan son derece önemli. AB çevrelerinde sürpriz ve beğeniyle karşılandı.
Bundan sonra Türkiye’nin sadece AB ve NATO ülkelerine güvenlik sağlayıcı bir ülke değil, transatlantik ilişkileri çeşitli alanlarda ve boyutlarda genişlettirebilecek potansiyele sahip bir ülke olduğunu göstermek için önemli bir fırsat. Bu fırsatı da değerlendirmek Ankara’nın elinde. İş dünyası, akademik paydaşlar ve Dışişleri Bakanlığı ile AB Başkanlığı bu alanda önemli çalışmalar gerçekleştirip proje üretebilirler.